Babama, sevgilerle…
Bir film izlediğimizde, bir müzik dinlediğimizde bazen duygular o kadar çok ve yoğundurlar ki onları bir düzene oturtamayız ve kafamızda oradan oraya uçuşlarının büyüsünde kayboluruz. Aklımızda birbirine bağlı olması gereken, ama her biri çarpıcılığından bir birey gibi sivrilen duygular yüzünden bağlantıları keşfedemez, göz ardı eder ve göz ardı edişimizi bile fark edemeyiz. İşte benim için de böyle bir filmdi, Babalar ve Kızları.
Başrollerini Russell Crowe ve Amanda Seyfried’in paylaştığı, içinde romantizm, dram, neşe ve psikolojik analizler barındıran bir film, bana kalırsa ancak bu kadar başarılı olabilirdi. Filmin girişinin çarpıcı etkisi, bir aileden geriye kalan baba ve kız gibi düşündürürken, bir baba ve kızın tüm kayıplara rağmen bir aile olabildiğini çok güçlü hissettiriyordu. Sonsuz olanaklar içinde, bütün aile üyeleriyle aile olmayı beceremeyen bireyler yığınlarını görürken, öğretiye de indirgenmiş aile sevgisi dayatmalarını ancak sosyopatizmini gölgelemek için kullanan insanların yerleştiği bir toplum için, bu filmin yetersiz de olsa fena olmayan bir film olacağını düşündürüyor.
Ancak film ilerledikçe içerisinde yer alan unsurlar bir bir gün yüzüne çıkıyor ve etkileyiciliği daha da parıldıyor. Shakespeare’i ölümsüzleştiren eserlerinden biri olan Hamlet’in monologlarının özelliği, onların yalnızca Hamlet’le alakalı olmamasıydı. Hamlet, bu monologların içinde bir defa bile “ben” demezken, insanın duygularının kapalı ve kendisini koruyan yanının tüm içsel karmaşasını bir anda solduran, bu başka birisi dedirten, bu kelimenin eksikliği hiç kuşkusuz ki eserin içinde ölümsüzleşmeye atılmış bir başka adım. Ve işte tam bu noktada Hamlet gibi, içselleştirmeleri kesintilere uğratmayan bir yöntemi var Babalar ve Kızları’nın.
Normal bir kız çocuğu ‘neden sosyopata evrilir’i iki örnekle sanatsallaştırırken, iki sosyopat arasındaki iletişimi de sevmeyi ve sevgiyi hatırladıkları şeyi paylaşmak olarak simgeleştirdiği, babasının ona bisiklete binmeyi öğrettiği ana olan sevgisini, başka bir kız çocuğuna sevgi göstermek için kullanan Katie’nin sahnesinden daha fazla ne söyleyebilirdi acaba, uzun süredir sevmeyen birinin başka birisine sevildiğini hissettirme çabası. Ve Katie, bunu, bu sevgiyi babasından öğrenmişti.
Russell Crowe’un üstlendiği baba karakteri, gerçek ve güçlü bir baba figürüydü. Erkekler baba oldukları zaman adam olurlar derler. Çünkü erkekler baba olduklarında, kahraman olurlar.
Umudunu Kaybetme (2006) gibi birçok filmde kahraman babaların, çocukları için yaptıkları konu ediliyor aslında. Ve tabi bir de bu filme damgasını vurduğu gibi o filmlere de damgasını vuran bir konu var. Asla pes etme! Ancak hiçbirinde, doğrudan dile alınmıyor bu duygu. Bu filmdeyse doğrudan dile, oradan kaleme alınıyor. Bir yazara ilham, bir küçük kızaysa her şey oluyor bu duygu. Ve bazen tek bir şarkının, bir şiirin, bir resmin nasıl unutulan bir duyguyu, benliği ve asla geri dönmeyeceğini düşündüğümüz ne varsa geri getirebildiğini sembolize eden bir başka ana daha yer verirken, bir kızın içinde yaşı kaça gelirse gelsin severken de, vazgeçmezken de, inanırken de, güvenirken de babasını örnek aldığını, babasına ihtiyaç duyduğunu ve hep onu anımsadığını gözler önüne seriyor. Katie için babası, ayağı kaydığında ve o gideli çok olduğunda bile tutunulacak en güvenilir dal.
Katie’nin psikolojik sürecinde göze çarpan bir diğer ayrıntıysa hiç kuşkusuz sosyopatlıktan tekrar sevmeye evrilirken sürekli babasını anımsaması. Hayatında sevmeye yer ayıran insanlar için sevmek içgüdüsel bir durumken, sevmek içgüdüsünü içinden kazıyıp atmış sosyopatlar için sevgiyi tanımlamak için örneklemeler gerekmekte. Katie için ise en güzel örnek babası. Ne zaman birine bir şeyler hissetse, bunun sevgi olup olmadığını babasına beslediği duyguyla kıyaslayıp benzerliğine göre karar verirken, biri tarafından sevilip sevilmediğini düşündüğünde de aynı sürece giriyor. Babam olsa onun gibi mi yapardı? Bu gerçek aslında birçoğumuzun hayatında var. Bizi gerçekten seven birini ayırt etmek için, babam olsa beni bu konuda kırar mı, ben kırılmayayım diye bile bile susar mı bile diye kendimize sorsak yetiyor. Bu durumda da Katie’nin psikolojik süreci, Hamlet gibi filmden çıkıp bizimle, babaya sahip olma duygusunu bilen insanlarla bütünleşiyor. Sevgi konusunda ayrım yapılamadığı her zaman, bizi gerçekten sevmiş birinin verdiği hissiyatı anımsayabileceğimizi fark ettiriyor.
Tekrar değinmek gerekirse, Umudunu Kaybetme ve bu tarz tüm filmler birer hayat mücadelesini anlatırken, bu filmdeki baba, kızı için hayatını bir kenara atabilen biri. Hayata dair, ancak hayattan daha onun içinde, gerçek anlamda mutluluk için, tek bir şey için her şeyi feda edebilme durumuydu Jake Davis’ınki. Türkçe’ye Umudunu Kaybetme olarak çevrilen Pursuit of Happiness’ın asıl çevirisi Mutluluğun Peşinde’dir. Ancak bu filmin konusu başarı peşinde koşan bir adamın öyküsüyken, mutluluk anlamına gelen kızının peşinde çok fazla şeyi feda eden bir babanın öyküsü olan Babalar ve Kızları bana kalırsa bir filmin içinde birçok film, gerçek anlamda bir mutluluk savaşı yanında sosyal ve psikolojik analizler deryası.
Ve son olarak, bu izlenmesi gereken filmden o çarpıcı ve bir türlü unutamadığım o replik, kaybetme korkusunun büyüklüğünün en güzel tarifi:
“Birbirini seven babalar ve kızlarını ayırmak isteyenler için cehennemde ayrıca bir yer olmalı.”