“Tanrı aşkına!” “Aman Tanrım!” “Allah’ını seven…”

Neden buradayız? Neden varız? Neden inanılmaz parlaklıktaki ve sıcaklıktaki bir alev topunun etrafında saatte 108.000 km hızla dönüyoruz?

Tarihin belli bir noktasında, birilerinin bu soruların her birine cevabı olmuş, Tanrı. Bu cevabın yeterliliği veya tatmin ediciliği gün geçtikçe, insanoğlunun eline geçen diğer her şeyin başına gelen hazin son gibi, aşınmış ve değersizleşmiş. Ancak kavramın etkisinin diğer birçok benzerinin aksine kaybolmaması, hatta düzenli aralıklarla yeniden önem kazanması; Tanrı olgusunun binyıllardır çözülemeyen karmakarışık düğümlerinden ötürü olsa gerek. Tanrı nedir, kimdir ve nerededir sorularına verilecek cevabın, insan zekasının cevap arayışı ve doğaya karşı galibiyetlerinin karşısında, dalga geçercesine bir inatla tek bir adım ilerlememiş olması; nesilleri daha derinlere inmeye, ulaşılmaza ulaşmaya sürüklemiş.

Milattan önce 100.000’lerde insanlar ölüm sonrası ritüellerle sonraki hayata dair adaklara başvurmuş; Göbeklitepe ve Çatalhöyük modern dünyanın aklının almadığı imkansızlıklarla bir tanrı uğruna inşa edilmiş, İrlanda’da gün dönümünde güneşin yönüne göre inşa edilmiş Newgrange; Paskalya Adalarındaki Stonhenge, Mısır Piramitleri, Gılgamış Destanı, İbrahimi dinler, Scientology, ve daha nicesi… Her biri uğruna harcanan düşünce, duygu ve emeğe rağmen; Tanrı’ya doğru adım attığımız bu yolda elde ettiğimiz tek şey bir arpa boyu yol alamamış olamamanın verdiği takıntılı azim.

Bu merakın başladığı antik zamanlardan beri birbirinden esrarengiz efsaneler, mitler ve halk hikayeleri yeni nesillerin Tanrı’ya dair fikirlerini süslemişse de bunların arasında beni en derinden etkileyen Empedokles’ in yaklaşımı. Bana kalırsa Yunan filozofun, dört temel öğe teorisine göre evrendeki tüm güçleri sevgi ve nefret olarak ikiye ayırması Tanrı kavramını açıklamada tarihteki en başarılı örneklerden. Öğretiye göre bu iki güç her zaman birbiriyle mücadele içindedir ve bu mücadele evreni sevgi ve nefretin galibiyeti arasında geçişlerden oluşan, sonu gelmez bir kısır döngüye hapseder. Ancak unutulmamalıdır ki, bu döngünün başında ve sonunda her zaman sevgi vardır, yani sevgi her şeyin başıdır. Michelangelo’nun Sistina Şapeli’nin tavanına ünlü “Adem’in Yaratılışı”’nı çizmesinin veya 8. Henry’nin Boleyn Kızı’na kavuşması uğrunu İngiltere Krallığı Kilisesini Katoliklikten Protestanlığa reformunun arkasında yatan sebeptir sevgi.

Rahmetli Japon direktör ve animatör Satoshi Kon’un her filminde de sevgi teması sis gibi çökmüştür hikâyenin üzerine; sevginin her halini işlemeye erinmeyen Kon, bu olguya uzaktan bakmayı tercih edip, evrendeki en insanı duyguya yabancı kalan sanatçıların aksine, onu bir dost edinmiş. Zaten ancak Kon’un filmlerinde insana dair kavramları renklerle aktarmadaki ustalığı, sevgiye dair alışılmadık motifleri, Empedokles’in döngüsünü modern topluma taşıyacak derinliğe ulaşacak derecede korkusuz betimlemeler yaratabilir kanımca; özellikle de Tokyo Tanrıları (Tokyo Godfathers) yapımında. Elbette Empedokles’in öğretisi M.Ö. 400’lerden 2003 yılına gelene kadar birtakım değişimlere uğramış ve özellikle Kon’un yaklaşımlarıyla aynı metafizik kavramlar, yeni bir ustanın ellerinde farklı bir şekil almış. Kon sevgi döngüsünü dört etap halinde bölüyor: sevginin elde edilmesi, kaybı, yokluğu ve geri kazanımı için verilen mücadele.

Bu özgün döngü, akla gelebilecek en absürt ana karakter üçlemesini, onları tamamen dışlamış olan toplumun bakış açısından görme fırsatı bulduğumuz “Tokyo Tanrıları” filminde işleniyor. Film, ana karakterlerimiz olan evsiz üçlemeyle açılıyor, trans kadın Hana, alkolik ve kumarbaz Gin ve evinden kaçmış genç kız Miyuki; Noel arifesinde İsa’nın doğumunun işlendiği tiyatro oyununun evsizler için özel gösterimini izliyorlar. Bu sahnelenen oyun, aslında filmin bütününün kısa bir fragmanı niteliğinde, çünkü kurgunun geri kalanı İsa’nın doğumu ve doğulu üç müneccim hikayesinin neredeyse birebir yansımasını çiziyor. Tiyatro oyununun çıkışında çöp karıştırmaya gittiklerinde, poşetlerin arasında sokağa atılmış bir bebek bulmaları ve bebeğe bakakaldıkları sahnede, üçünün de yüzüne yansıyan ışıktan; Kiyoko yani “saf çocuk” ismini verdikleri bu kız çocuğunun bir İsa motifi olduğu anlaşılıyor. Yani bebek Kiyoko tanrı, Kon’un algısıyla da kelimenin tam anlamıyla, sevginin ta kendisi.

Şimdi, açık söylemek gerekirse yazının tam olarak bu kısmında ben de kendi kendime şu soruyu sordum “Ne yani? Hani Tanrı ve sevgi hakkındaydı bu film? Nasıl İsa’nın doğumu gibi yüz yıllardır, defalarca, farklı sanatçılar tarafından işlenen bir hikâyenin yeniden anlatılması bunu aktarmak için etkili bir yöntem olabilir?” Burada karşımıza Kon’un hikâye anlatmada animasyonu ustaca kullanmasıyla benzerlerini geride bırakması çıkıyor. Hana, Gin ve Miyuki’nin bebeği gördüklerinde suratlarına düşen ışık, filmin geri kalanında sevginin işlendiği; ailevi şefkat, romantik ilişki veya ana karakterler arasındaki yoldaşlık duygularının tomurcuklandığı sahnelerde de normalde alışmış olduğumuz karanlık atmosferle zıtlık oluşturacak şekilde ışıldıyor. Işık motifi burada Tanrı’nın, yani sevginin sahnede varlığını sembolize etmek için kullanılmış, sevginin dünyaya müdahaleleri ise rüzgarla anlatılıyor. Rüzgârın kendisi, Japonya adasını Çin Hanedanlığı ordusunun donanmasını batırarak işgalden üç defa kurtaran tayfun efsaneleri dolayısıyla zaten Japon’lar için oldukça önemli; öyle ki Kamikaze (神風) denilen bir rüzgâr tanrıları bile var. Japonya’nın kaderini değiştiren bu rüzgâr ruhunun Tokyo Tanrıları’nda ilahi adaleti simgelemesi de bir o kadar manidar.

Üç müneccim olarak seçilen karakterlerin üçünün de Japon toplumunda en çok baskılanan ve hor görülen insan gruplarından olması, filmin yalnızca popüler bir dini mitin yeniden anlatılması olmadığını kanıtlıyor bence. Bu filmde Kon, mitlere sığdırılamayacak kadar gerçek insanların bir o kadar gerçek hikayelerini işliyor çünkü. Japonya’da evsizlerin %95’inden fazlasını, ana karakterler arasından Gin gibi, kırk yaş üstü erkekler oluşturuyor; çünkü aşırı çalışmanın standart haline geldiği ve banka kredisi sisteminin onursuz bir davranış olarak görüldüğü bir ekonomide, bireylerin hem ekonomik hem de fiziksel olarak hayatta kalması dünyanın geri kalanının acımasız koşullarıyla kıyaslandığında bile, son derece imkânsız. Filmde Gin’in temsil ettiği kesimin tanrısı sevgi yerine onur ve onur uğruna göze alabilecekleri her şey. Evinden kaçmış bir genç kız olan Miyuki karakterinin temsil ettiği kadınlar, evsizlerin az bir kısmını oluşturuyor olsa da evsiz kadınlar ve sıradan kadınların Japon toplumundan gördüğü şiddetin her ikisi de dudak uçuklatan cinsten. Aile içi şiddete ve çocuk ve kadın korumasına yönelik yasal düzenlemelerin 2000lerden sonra yapıldığı ve siyasetçilerin halka açık konuşmalarında kadınlara eğitim vermenin savurganlık olduğunu söylediği bir ülkede, ne koşullarda yaşıyor olursan ol; eğer bir kadınsan, Miyuki gibi, milyonlarca yabancı kadının kolektif sinirini içinde barındırmamak elde değil. Bu kesimin tanrısı ise sevgi değil, korku ve kapana kısılmışlık hissi.

Son olarak Hana, bana kalırsa filmin en ilginç karakteri. Neşeli, inançlarına bağlı, anaç ve kendini ifade etmekten korkmayan bu trans kadın, Japon kültürünün özünün ironik bir betimlemesi bence. Çünkü tarihinin özellikle batı etkisinden uzak büyük kısmında kuir ve LGBTQ+ olgu ve ilişkileri normal bulan Japon toplumunda, özellikle kabuki tiyatrosu geleneğinde kadınları oynayan ve sahne dışında da kadın halinde yaşayan erkeklerin güncel bir portresi Hana karakteri. Günümüzde ise dünyanın çoğunluğunda hala aşılamayan bu sorunlara Japonya da adapte olmak istemiş olsa gerek; LGBTQ+ haklarına yönelik düzenlemeler yok denecek kadar az ve toplumun bu bireylere karşı sürekli yönelttiği mikro-saldırılar filmde de oldukça çarpıcı bir şekilde işleniyor. Cinsiyet ve cinsel yönelim reformları gibi dünyanın geri kalanına son yarım asırda gelmiş güncellemelerin Japon toplumun normu olması ve bu normların her birinin dünyanın geri kalanının dayatmalarıyla çatlayıp kırılması; sevginin önündeki toplumsal engellerin toplumdan başka bir elementle yaratılamayacağının kanıtı. Böylece toplumun geri kalanınca nefret edilen, dalga geçilen ve var olduğu için aşağılanmaya mahkûm bırakılan Hana; bebek Kiyoko’yu binadan aşağı düşmekten kurtarmak için hiç düşünmeksizin kendini de atladığında, inanılmaz güçteki bir rüzgâr, adeta ilahi bir güç gibi, düşmelerini engelliyor. Döngü tamamlanıyor. Şefkat, merhamet, vicdan; sevgi namına olan her güç, nefreti yeniyor.

Filmin kapanış sahnesi, üç ana karakterimizin ve bebek Kiyoko’nun odasının olduğu hastanenin uzaktan bir karesi, tüm odaların yanan ışıklarıyla sevgi döngüsünün sonuna geldiğimizi gösteriyor. Sevgi kaybolmuşsa da peşinden koşan birileri olduğu müddetçe var olmaya ve evreni yönetmeye devam edecek asıl amaç ve asıl güç; ve bu odalardan birinde tanrının ta kendisinin olması onu diğerlerinden daha önemli yapmıyor. Çünkü Kon, Tokyo Tanrıları filminde bizlere gösteriyor ki sevginin tek başlangıç ve son olduğu bir dünyada, sevgiye sahip olan herkes zaten tanrıdır.

Leave a Reply