Türkiye ile İsrail 2016 yılında hem beklenen hem de umulmadık bir anlaşmaya imza attı. ‘Beklendik’ ile anlatmak istediğim, iki ülke arasında öngörülen reel politika ve onun çıkar eksenli getirileriyken ‘umulmadık’ ile denilmek istenen ise Türkiye’nin tensikata girmeyecek hassas noktalarıdır. Bu iki ülke, 2010 Mayısının son gününde tezahür eden Mavi Marmara baskını akabinde, uluslararası arenada popülist ve agresif söylemler ile onarılması çok güç bir diplomatik tartışmanın tarafları hale geldiler. Tartışma yalnızca Mavi Marmara baskını özelinde değil, halihazırda uzun yıllardır gündem maddesi olan Filistin topraklarına yönelik işgal ve ambargo ekseninde de boy gösterdi. Bu tartışmanın her iki toplumun üzerinde de büyük bir etki bıraktığı izahtan varestedir.
Özellikle toplumun bazı kesimleri tarafından düzenlenen İsrail karşıtlığı protestolar ve akabinde Eylül 2016’da meydana gelen İsrail Büyükelçiliğine olan saldırı, İsrail devletine karşı yükselen tepkiyi gösteriyordu. Sebep odur ki, Mavi Marmara baskınında 10 Türk sivilin katledilmesi, Gazze ambargosu ile hayatları tehlike altında olan Filistinliler ve bunun da ötesinde Müslümanların en kutsal 3 mabedinden birisi olan Mescid-i Aksa’ya saldırılması, zaten ateşlenmiş bir fitilin birden patlatmasına neden oldu. Dini öneme sahip mabetlerin saldırıya maruz bırakılması toplumlar arasında sürekli bir tehlike unsuru olan zenofobinin da pekiştirilmesine olumsuz manada katkı sağlamıştır.
Tüm bunların yanı başında, 2016 yılındaki normalleşme sürecinin TBMM onayı ile tasdiklenmesi, artık yeni bir döneme girildiğinin açık bir delilidir. Bu dönem yalnızca Türk ve İsrail Hükümetlerinin rasyonel bir politika izlemesi gerektiğini hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye-İsrail normalleşmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğunun da altını çiziyor.
Peki Türk Hükümeti’nin İsrail Hükümetine olan bakış açısını ne değiştirdi? Türkiye, İsrail ile stratejik bir ortaklığın pençesinden sıyrılamayacağının farkındaydı. Bu ortaklığın tam anlamıyla reel politikanın öngördüğü şekilde; ekonomi, askeri, teknoloji ve tarım alanında hiçbir muhalefete izin vermeyerek şekil aldığını söyleyebiliriz. Bilindiği üzere iki ülke Mavi Marmara baskınından sonra ticari alanda hiçbir durgunluğa izin vermemiştir. Öyle ki, Mavi Marmara baskının olduğu sene -2010- iki ülke arasındaki ticaret hacmi yaklaşık 3.5 milyar doları gösterirken, -ki bu durum 2003 yılından 2010’a kadar ki hacmin yüzde 300 büyümesi demek-, 2014 yılının ticaret hacmi yaklaşık 6 milyar doları görmüştür. Bugün ise yaklaşık 4.5 milyar dolarlık bir hacmin olacağını öngörüyoruz.[1] Bu hacmin ileriki senelerde de 7 milyar dolara çıkması iki ülkenin de talep ettiği bir gelişme olacaktır. Halihazırda Türkiye’nin İsrail’e bu yıl yaptığı yatırım yaklaşık 1.7 milyar dolar seviyesindeyken, böylesine ivme kazanmış ticari ortaklık bu iki Ortadoğu ülkesinin arasında bağımlılığın da en büyük göstergelerinden biridir. Son yıllarda her iki ülkenin tecrübe etmek zorunda kaldığı aşağıda sıralanan olumsuz durumlar, bu iki ülkeyi ortaklık yörüngesine çekmiştir:
- DAEŞ ile mücadele
Savaşın meydana geldiği ve cephelerin İsrail ve Türkiye sınırına kadar uzandığı bir durumda, İsrail ve Türkiye’nin karşılıklı istihbarat paylaşımının elzem olması.
- İran ile Batı’nın Nükleer Antlaşması
Her iki ülkenin de pek arzulamadığı, İran’ın Batı ile 2015 yılındaki antlaşması.
- Askeri Teknoloji
Fırat Kalkanı Harekatı ile Türk Ordusu’nun eksikleri ortaya çıkmış ve bu eksiklerin geçmişte olduğu gibi (M60 tank modernizasyonları ve F-4 2020 Terminatör uçaklarının modernizasyonları gibi), giderilmesi ihtiyacı.
- Enerji
Türkiye enerji piyasasındaki Rusya, İran ve Irak tekelini İsrail ile kırarak bu sektörü rahatlatılması ve enerji ihracatçılarına -özellikle Rusya gibi- bir mesaj gönderilmesi. (Belirtmek gerekir ki İsrail’in Akdeniz’de bulduğu doğalgazı piyasaya sürmesi ve gelir elde etmesi için Türkiye’yi bir fırsat olarak görmesi de göz ardı edilmemelidir.)
- Türkiye’nin Ortadoğu’da yalnızlaşması
Mısır, Suriye, Irak ve İran’ın DAEŞ ile mücadele de Türkiye’nin yanında yer almayarak kayıtsız kalması ve bunun yanı sıra İran’ın Irak ve Suriye’deki Şii milislere verdiği destekle hegemonyasını kurmuş olması, Türkiye’nin ve İsrail’in ortaklığını tetiklemiştir.
Türkiye ve İsrail, Ortadoğu’nun iç açıcı olmayan mevcut portresine baktığında reel politikayı izlemesi gerektiğini biliyor. Çünkü her iki ülke de gerek DAEŞ ile mücadele olsun, gerek enerji alanında antlaşmalar olsun güvenlik ve ekonomik çıkarları göz önünde bulundurmak ve ona göre hareket etmek zorundadır. Özellikle ekonomik alanda Türkiye, Rusya ile olan uçak krizinden sonra Rusya’nın Türkiye enerjisi üzerinde büyük rol oynadığının fark etmiş ve bu rolün 2016 yılındaki doğalgaz ticareti antlaşması ile kırılması Türkiye için çok akıllıca bir hamle olmuştur.
Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’nin ‘umulmadık’ bir antlaşma imzaladığını da söyleyebiliriz. Mavi Marmara baskınında hayatını kaybedenlerin aileleri, bu antlaşmaya karşı kesin bir tavır almıştır. Öyle ki ailelerin avukatları 20 milyon dolarlık olarak belirlenen tazminatın, bir aşağılama olarak görülmesi ve saldırının sorumlularının böyle ucuz bir pazarlıkla affedilmesini istemediklerini defaatle söylemişlerdir. Normalleşme sürecinin resmi olarak gündeme gelmesinden sonra, yani Ocak 2016’da aileler tekrar aynı açıklamada bulunmuş ve son noktayı koymuşlardır. Bu hususta, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ağustos 2016’da bu anlaşmayı tasdikleyerek, mağdur ailelerine karşı kayıtsız kaldığı ve onları sarfınazar ettiği söylemek pek zor olmasa gerek. Bu anlaşmanın gereği olarak katliamı gerçekleştiren komutanlara karşı açılan davanın – İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenadzi dahil-, Türk mahkemeleri tarafından düşürülmesi mağdur aileleri hem sinirlendirmiş, hem de umutlarını bir anlamda sonlandırmıştır.[1] Bununla birlikte ortaya çıkan normalleşme anlaşmasının detayları arasında, Türkiye’nin ‘hassas noktası’ olarak değerlendirilen Filistin meselesine dair hiçbir maddenin bulunmaması çok dikkat çekicidir. 6 yıllık muhalefet süreci boyunca Türk Hükümeti aralıksız Filistin’in toprak bütünlüğünü ve yapılan katliamların gravitesine vurguda bulunmuştu. Ama, Ağustos 2016 yılındaki meclis onayı, tüm yapılan söylemleri beyhude kılmış ve Filistinlilerin egemenliği için yapılan kampanyanın son bulmasıyla sonuçlanmıştır. Daha mufassal olarak, ne Hamas örgütünün, ne de ambargoya ilişkin hiçbir madde üzerinde durulmayarak Mavi Marmara davasının amacının da yitirildiğini göstermiştir. Yani, ‘konvoy boşuna, konvoyun amacı boşuna- insani amaç-‘ kılınmıştır. Özet olarak, kaybedilen hayatlar boşuna yitirilmiş oluyor.
2016 yılında Türkiye politikası büyük bir evrime girmiştir. Ortadoğu’da oyunun dengelerini değiştirmek için Türkiye, propaganda politikasından rasyonel politikaya geçişte bulunmuştur veya bulunmak zorunda kalmıştır. 2016 yılının, Türk politikası açısından kaçınılmazlar yılı olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu ‘kaçınılmazlık’ değerlendirilmesi yukarıdaki sebeplerden ötürü, Türkiye açısından Pirus zaferi olarak değerlendirilebilir.
Kaynakça
[1] TC. Ekonomi Bakanlığı, Ticaret Hacmi, http://www.ekonomi.gov.tr/portal/faces/home/disIliskiler/ulkeler/ulke-detay/%C4%B0srail/html-viewer-ulkeler?contentId
[2] BBC Türkçe, “Mavi Marmara Davası Düştü”, http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-38266046, 9 Aralık 2016