Sadece bir maçında gol sesi çıkmayan ve son zamanların en eğlenceli Dünya Kupası’nı artık geride bırakırken turnuvanın fiyaskolarını ele almalıyız. Bireysel olarak pek çok isim beklentilerin altında kalmış olmasına karşın önemli favorilerin de erkenden havlu atması tahmin edilebilir bir durum olmadı. Hayal kırıklığı yaratan takımları ele aldığımızda karşımıza çıkan temel problem; 4-3-3 formasyonuydu. Bu yazıda bir zamanların modası ve kazandıran formülünün bu turnuvada neden işe yaramadığını ele alacağım.
4-3-3’ün devamlılığını sağlayan temel parçalar merkezde yer alan oyunculardır. Bu sezon Liverpool’un ve bağlantılı olarak Salah’ın yükselişinde gördüğümüz gibi güçlü bir merkez oyuncusu tüm sezonu ve dengeleri değiştirebiliyor. Salah’a kariyerinin en iyi sezonunu yaşatan, Guardiola’nın ise umutlarını yıkan isim Gabriel Jesus’tan 6 cm uzun olan Roberto Firmino’ydu. Eşini aldattığından beri daha sert eleştirilen ve Dünya Kupası’nda değil gol atmak, kaleyi bile zor gören Olivier Giroud’un neden sahada kalabildiğinin de cevabı 4-3-3’tü. Grup aşamasının ilk maçında zayıf Avustralya’ya karşı Griezmann – Mbappe – Dembele gibi atletik özellikleri yüksek ve topla ilişkisi mükemmel oyunculara sahip olmasına karşın Giroud oyuna dahil olana dek Fransa’nın net bir üstünlüğü yoktu. Turnuvanın devamında da formayı bu sayede kimseye kaptırmadı.
Turnuvada hayal kırıklığı yaşayan takımların forvet hattında içinde bulunduğumuz sezonu harika geçiren; Gabriel Jesus, Kun Agüero, Timo Werner bulunuyordu. Bu oyunculara ek olarak geçirdiği sakatlık nedeniyle Barcelona’da gözden düşen Dembele’yi de sayabiliriz.
2014’ün şampiyonundan başlarsak yaşanan hayal kırıklığının saha içerisinde temel iki sebebi olduğunu görebilmekteyiz. Biri Sami Khedira ve işlemeyen defansif orta saha pozisyonu, diğeri ise tartışmasız Timo Werner’di. Mental açıdan kırılgan bir oyuncu olduğunu sezon içerisinde gördüğümüz Werner, salt yetenek olarak Mario Gomez ve son yıllarda kadroda yer alan Lars Stindl, Miroslav Klose ve Sandro Wagner’in çok önünde olan bir futbolcu olmasına karşın benzer bir katkıyı veremedi. Santrafor rolünden ziyade forvet gibi oynadı ve çevresindekilerin etkinliğini arttıramadı. Sadece eski 2 kupayı bile anımsarsak; fiziksel olarak Werner’den çok da üstün bir oyuncu olmamasına karşın Klose tek başına rakibin korkulu rüyası olabiliyordu. Doğuştan santrafor olmanın getirdiği iç güdüyle hem gol atıyordu hem de Müller ve Podolski’yi olduklarından daha iyi gösteriyordu. Yıllarda kulüp takımında yedek kalan Podolski, milli formayla panzere dönüşüyordu. Ayrıca, kadroda Leroy Sane yer alsaydı dahi Werner’in performansının yükselmeyecekti çünkü kendisi merkezde oynamaktansa gezen bir oyuncu rolüne bürünmüştü. Bu noktada, ligimizin eski gol kralı Mario Gomez’e hakkını teslim etmek gerekiyor. Geçen 2 yılda hantal bir oyuncuya dönüşmesine karşın takımının onsuz hücum edemediğini gördük. Gerçek bir santrafor olmasından dolayı rakip savunmacıları üzerine çekebiliyor ve takım arkadaşlarına alan açabiliyordu. Almanya o sahada yokken gol atamadı. Mario Gomez’den daha fit ve genç Sandro Wagner kadroda yer alsaydı o da benzer bir katkı yapabilirdi. Hatta Leroy Sane ve Wagner’in yer aldığı bir takım Giroud’un verdiği katkının daha azını vermezdi.
Kupa başlamadan önce herkesin zayıf gördüğü favori Arjantin’di. Tıpki Almanya gibi onlar da iki pozisyonu doğru dolduramadıklarından başarısızlığa mahküm oldular. Kağıt üzerinde 4-3-3 ile ilgisiz bir dizilişe sahip olsalar da oyuncu karakterleri bu dizilişe oldukça yatkındı. 4-3-3’ü tercih edip başarısız olan takımlarla birebir aynı sorunları yaşamış olmaları şaşırtıcı değildi. Bu durum için ileri uçtan Agüero veya Higuain’i tercih ettiği için Sampaoli’yi suçlayabiliriz. Kabul, Kun Agüero bu sezonu harika geçirdi ama ligde arkasında Mascherano ve Biglia yoktu. Aynısını milli takımda zaten 180 derece değişen Higuain için de söyleyebiliriz. De Bruyne, Pjanic gibi oyuncularla kıyaslanmayacak yetersizlikte oyuncuların önünde ne yaptıkları belli olmayan bir turnuva geçirdiler. Ne serbest gezen Messi’ye alan açtılar ne de pozisyona girebildiler. Bu sezon Barcelona’yı tek başına şampiyon yapan Messi de Juventus’a her zor anda can veren Dybala da bu keşmekeşte silinip gittiler. Oysa, kulüp takımında yaratıcı yönü ağır basmayan ve zaman zaman kazma oyuncularla sahaya çıkan Icardi bu takımda çok fark yaratırdı. Icardi’nin fiziksel özellikleri harika değil ama top saklayabilmesi, takımı hücuma çıkarabilmesi, alan açabilmesi ve en önemlisi pres altındayken kaleyi görebilmesi onu çok kıymetli bir pivot santrafor yapıyor. Arjantin zaman zaman denediği üçgeni Icardi’yle kursaydı turnuvadaki sonucu savunma hattı nedeniyle muhtemelen değişmezdi ama daha makul ve keyif veren bir oyuna sahip olurlardı.
Gabriel Jesus’un sahada olduğu Brezilya ile Giroud’un olmadığı Fransa oldukça benzerlik gösteren oyunlar oynadı. Deschamps savunma güvenliğini stoper Pavard’ı bek olarak kullanarak ve orta sahaları iki yönlü ama savunma yönü daha ağır basan oyunculardan seçerek öne çıkarmış oldu. Pogba’nın da tıpki Khedira gibi zarar verdiği ortamda Avustralya maçını kurtarmak 3 atletik ve yetenekli oyuncuya kalmıştı. Pozisyon sadakatine sahip olsalar da saha içinde kaldıkları süre içerisinde yer değişerek de şans yaratmaya çalışan Griezmann – Dembele – Mbappe üçlüsü bekleneni veremedi. O maçtan sonra yedek soyunan Dembele, oyuna girdiği anlarda da gerekli katkıyı veremedi. Oysa kaleye şut dahi atamayan Giroud ile Fransa skora daha kolay gitmeye başladı. Yeteneklerinin haricinde fiziksel de bir üstünlüğe sahip Giroud, karşılaştığı stoperlerin en az 1 tanesini kontrol altında tutabiliyordu. Bu sayede kendisine açık alan bulan Griezmann ve Mbappe yeteneklerini daha rahat kullanabilmiş oldu. Turnuva boyunca en çok zorlandıkları Belçika maçında da rakibin zekice markaj ve alan daraltmaları dikkat çekti. 4 tane merkez orta saha özellikli oyuncu ile sahaya çıkan Belçika, hem bloklar arası bağlantıyı kesti hem de Giroud ve Griezmann’a şans tanımadı.
Turnuvanın favorilerinden Brezilya için Tite aklındakileri sahaya yansıtamadı diyebiliriz ancak yaşanan sorunların hiçbiri Gabriel Jesus tercihinden daha ciddi sonuçlar doğurmadı. Sakatlanan Dani Alves’in haricinde turnuva esnasında Marcelo’dan da tam katkı alamamış olmaları onları hücumda kısıtlayan önemli bir nedendi. Buna karşın geçtiğimiz yıllarda Brezilya’nın saygınlığını kaybetmesine neden olan Dunga ve Scolari’nin bile turnuvalarda pivot santraforlardan vazgeçemediğini gördük. Dünya Kupası seviyesinde oynaması güç olan Fred ve Jo’ya mahkum kalan kadroda günümüzdeki Firmino yer alsaydı Brezilya için işler daha farklı olabilirdi. Hatta Leandro Damiao’nun bile zaman zaman şans bulduğunu anımsarsak Firmino’ya yapılanlar haksızlık boyutuna ulaşıyor. Sane ve Salah’ı çoşturmasının yanısıra kendisini hem Almanya hem İngiltere hem de Şampiyonlar Ligi’nde hem golcü olarak hem pasör olarak kanıtlamış bir oyuncuyu yedek soyundurmak Tite’nin intiharı oldu. Brezilya kadrosunun Liverpool’dakinden dahi iyi olduğunu göz önüne alırsak Neymar’ın Salah katkısının dahi önüne geçebileceğini görebilirdik. Gerçeklere dönersek, Neymar tüm turnuva boyunca bencilliği ve adeta Quaresma’yı aratmayan top kullanımıyla akıllarda kaldı. Neymar’ın üzerine çektiği ilgiden de Coutinho yararlanmış oldu ama bu noktada ideal olmayan bir kullanımı görüyoruz. Ceza sahası dışından gollerini atan Coutinho yerine ceza sahası içerisinde Neymar’ı görmeliydik. Brezilya’nın sırf Jesus tercihi yüzünden oyun merkezinin sola kaydığını ve yıldızlarının fazla yorulduğunu gördük. Willian ve Douglas Costa’dan hiç yararlanamazlarken, sol kulvarı domine eden Marcelo – Coutinho – Neymar ‘da boşa enerji harcamış oldu. Neymar’ın maruz kaldığı fauller ve dolayısıyla yıpranması gibi durumlar da bu durumun sonucu.
Bir sonraki yazımda başarısız olan takımların orta sahalarını yine bu çerçevede ele alacağım.