Bu yazımda sizlere çok özel bir mekanda, çok özel bir insan ile yaptığımız keyifli sohbeti aktarmak istiyorum. Paris şehrini güzel yapan büyük ölçüde içerisinde yaşayan, şehri içselleştirmiş Paris’li insanlardır. Paris’e son seyahatimde bu insanlardan bir tanesi ile tanışma şerefine eriştim. Bu kıymetli insan, Lumière de L’oeil (Göz Nuru) isimli lamba mağazasının ve bu mağazanın içerisindeki çok kıymetli antika lamba koleksiyonunun sahibi Ara Kebapçıoğlu. Kendisi koleksiyona sahip olmakla birlikte, koleksiyonundaki her bir parçanın tarihini detaylarıyla birlikte bilen birisi. Doğal olarak bu koleksiyonun hafızası sayesinde aydınlatma tarihi üzerine de çok geniş bir bilgisi var. Sadece lambaların geçmişi değil, onların kaynağı olan ateşin nasıl yandığını açıklayacak kimya bilgisine de sahip. Bütün bunlara ek olarak en az 6 dili akıcı bir şekilde konuşabiliyor. Öyle ki, mağazada geçirdiğimiz bu keyifli saatlerde konuşma dilimiz Türkçe’ydi. Sohbetimizde genel olarak Ara beyden Lambaların tarihi ve yanma prensiplerini dinledik. Bu kısa girişin ardından size Ara beyin anlattıklarını aktarmaya başlayabilirim.
Not: En alta ses kaydını da ekledim. Eğer sohbeti dinlemek isterseniz, ses kaydını da açabilirsiniz.
“Tutku olarak ve meslek olarak ilgilendiğim lambaların, hangi tarihten kalma olduğunu açıklayayım. 1775 ile 1925 arasında var olan lambalar beni ilgilendiriyor. Tamamen şahsi bir nedenle… 1925’den sonraki lambalarla ilgilenmiyorum çünkü o sıralarda ışık gittikçe soğumaya başlıyor. Yani floresan lambalarla, daha sonra LED lambalarla vs. ışık sıcaklığını kaybediyor. Hem maddi, hem de manevi anlamda çünkü biliyorsunuz daha sıcak bir ışık veren eski ampuller bambaşka bir duygu uyandırıyor. Soğuk floresan lambalar bambaşka, fonksiyonel bir atmosfer yaratır. Bu son sınırdı, ilk sınır ise 1775 olur. Neden derseniz, o tarihte çok büyük bir devrim yaşanıyor. 18. Yüzyılın takma bir ismi vardır. Aydınlanma çağı denir. Aydınlanma çağı aynı zamanda aydınlatma çağının başlangıcı oldu çünkü insanlar rasyonel bir yaklaşım ile iş yapmaya başladılar ve yanma olayını bilimsel terimlerle açıklamaya başladılar. Yani yakıtın içinde ne var, yakıtın etrafında onun yanmasını sağlayan hava var, hava bir karışımdır. Havanın içerisinde en önemli element oksijendir ve ne kadar fazla oksijen verirseniz, alevin yanması o kadar temiz ve atıksız olur. İs ve kokudan kurtulursunuz.”
“Yani bu yaklaşım ile tarihte ilk defa yağ lambalarında yassı fitil yapılıyor. Tabi o senelerde yakıt olarak kullanılan çoğunlukla bitkisel yağ var, biraz hayvansal kökenli iç yağ var, bir de balmumu var. Bunlar dışında hava gazı henüz icat edilmemiş. Doğada doğal gaz var fakat insanlar bunu kullanmıyorlar sadece izlenimleri var. Mesela yakın doğuda, bilirsiniz, Zerdüşt dini vardır. Onların tapınaklarında, ateş yakılır ve ateşe tapınılır. Mezarlıklarda bazen çürüyen maddelerden oluşan doğal gaz benzeri maddeler oluşur. Onları insanlar izliyor. Hatta madeni yarıklardan çıkan gazı da gözlemliyorlar. Antalya’da dağlarda yanan ateş gibi, Azerbeycan da Ateşgah gibi yerler var. Yani doğal gaz var ama insanların kendi yaptığı kömürden imal ettiği hava gazı henüz piyasada yok. Petrolden rafine edilerek yapılan gaz yağı da henüz yok. Bizim bildiğimiz ispirtolar, benzinler bunların hepsi 19. Yüzyıl ürünleri. Yavaş yavaş ortaya çıkacak. 18. Yüzyılın sonuna gelirsek, ilk defa olarak yanma olayı daha bütün olsun kaygısıyla, yassı fitiller yapılıyor ve eski çağların lambaları en az 30 bin seneden beri bitkisel liflerinden -yani eski terimle elyaf- pamuktan, biraz da ketenden ve çok çok ender olarak hayvansal elyaftan yapılırdı. Tabii bu pamuğun bir yapısı yok. İlk defa olarak 1775’de bitkisel lambalarda yassı fitil kullanılacak. 10 sene bile geçmeden içi boş olarak oluşturulan oluk fitiller ortaya çıkacak. Bu sefer ikinci bir hava akımı fitilin ortasından alevi besleyecek. Sonra aynı mucit lamba şişesini icat edecek. Lamba şişesi bizim bildiğimiz cam şişe. Hava akımı yaratıyor. Bu sistemle, beyaz alev veren, is yapmayan, koku yapmayan lambayı elde ediyorlar. Bu şekilde bildiğimiz bitkisel yakıtlarla yetiniyoruz, ta ki 19. Yüzyıla gelinceye kadar. Avrupa’nın üç değişik bölgesinde 3 değişik öncü, hava gazı yapılmasına olanak sağlıyorlar. Önce laboratuvar ortamında daha sonra endüstriyel aşamaya geçmeyi düşünüyorlar. Bunlardan biri Fransız, biri Flaman, biri de İngiliz. Biri 10 değişik bitkisel üründen yanıcı bir gaz elde ediyor ve bu çalışmasını kullandığı tek yer kendi ders salonunda senede bir defa ışık elde ediyor. Hiçbir endüstriyel düşüncesi yok. Yani çıkmaz sokak.”
“İngiliz kömürden gaz elde ediyor. Onun geleceği çok parlak fakat şimdi Fransa’dan konuşalım çünkü Fransa’dayız. Fransa’da da bir mucit var. Orman mühendisi bu insan. Sadece testere tozunu düşünebiliyor. Testere tozundan bir gaz elde ediyor. Bunların hepsinin ortak yanı olarak elde edilen gaz, içi katran dolu, kötü kokan bir gaz olması. Ham maddesi ne olursa olsun, önce yıkamak ve kurutmak gerekir bu gazı. Ondan sonra belirli bir yerde depolamak gerekir. Biz bu depolama yerlerine gazhane deriz. Bir çeşit akciğer gibidir. İstanbul’da da ayakta olan tek gazhaneyi Samatya’da bulabilirsiniz. Dolmabahçe’dekini yanılmıyorsam, daha yeni yıktılar. Üsküdar tarafında, Hasanpaşa’da bir tane vardı. O seneler önce tahrip oldu. Onun dışında da başka bir yerde olduğunu sanmıyorum. İzmir’deki Alsancak gazhanesini, kültür merkezi gibi bir yer yaptılar. Ankara’da da bir tane vardı ama ona ne oldu bilmiyorum. Onun dışında da her büyük şehirde birer tane olması gerekir fakat daha sonra ne oldu bunlar bilemiyorum.”
Sohbetimizin bu noktasında, Ankara’daki gazhanenin nerede olabileceğine dair tahminler yürütmeye başladık. Birkaç tahmin yaptıktan sonra Ara Bey bize, “gazhanenin neye benzediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Bilmiyoruz cevabını alınca, Gazhanelerin nasıl gözüktüğünü anlatmaya başladı.
“Yuvarlak bir kazan düşünün. Fakat karşıdaki binalar boyunda bir şey. Bu yapı büyür ve küçülür. Gündüz gaz imal edilip ve onun içine pompalandığı zaman yükselir, akşamları da, yeme-içme ve aydınlatma gibi günlük ihtiyaçlar için kullanıldığında, küçülür. Tıpkı devasa bir akciğere benzer. Bir de bu yapıyı ayakta tutan, düşmesini engelleyen çubuklar vardır çevresinde. Gazhane farklı çeşitleri olsa da genel olarak böyle gözükür.”
“Peki Fransa’da kullanılan var mı?” diye sorduk.
“Fransa’da iki tane var. Hala kullanılıyor. Çünkü demirin hammaddesini indirgemek için kok kömürü lazım. Kok kömürü elde etmek için, hem de ısı elde etmek için ham kömürden hem hava gazı elde edilir, hem kok kömürü elde edilir. Fakat o fabrikanın içinde tüketilir ikisi de. Halbuki eskiden, Paris gibi bir şehirde, en az 6-7 tane hava gazı fabrikası bulunurmuş. İstanbul’da dediğim gibi 3-4 tane vardı. Yani büyük şehirlerin, belki 10 dan fazla gaz fabrikası bulunurmuş.
Şimdi dediğimiz gibi 19. Yüzyılın başında hava gazı ortaya çıkıyor. Önce İngiltere’de olmak üzere pek çok yerde kullanılmaya başlanıyor ve sadece ışık üretmek için kullanılıyor. Henüz ısıtma özelliği düşünülemiyor. Böylece bunu lambalarda alev üretip aydınlatma için kullanacağız. Bu alevin şekilleri ne olabilir? Çok basit. Yassı fitille yassı alev, yuvarlak fitille yuvarlak alev. Aynı şekiller hava hazına da uyarlanıyor ve evlere, sokaklara, fabrikalara, atölyelere, garların büyük salonlarına, tiyatro ve operalara, her yere aydınlatma için hava gazı boruları döşeniyor. İlk olarak, şebeke kavramıyla bir enerji dağıtımı yapılacak. İçme suyundan bile önce. Arıtılmış içme suyu daha sonra piyasaya çıkacak. Ve 19. Yüzyılın sonunda, petrolle aynı zamanda piyasaya çıkan elektrik enerjisi en sonunda bütün rakiplerini silip süpürecek ve aydınlatma piyasasında elektrik tek başına kalacak. Tabii bu dediğim sadece endüstrileşmiş ülkeler için geçerlidir. Bugün hala 21. Yüzyılda hayatında elektrik lambası görmemiş milyonlarca insan var ve görmeden de ölecekler. Buradaki batı endüstriyel konforumuz dünyanın her yerine yayılmış değil. Bu yüzden fukara ülkelere yapılan en büyük yardım elektrik yardımı olarak kabul edilir.”
Lambaların tarihini anlattıktan sonra Ara bey bizi mağazanın arka tarafında bulunan atölyesine davet etti ve burada koleksiyonundan bazı örnekler gösterdi. Sohbetimizin bu ikinci bölümünü dinlemek isterseniz, 2. ses kaydını dinleyebilirsiniz. Ara Kebapçıoğlu’na bize vakit ayırdığı ve bu keyifli sohbeti bizimle paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz. Eğer Paris’e yolunuz düşerse Ara bey ile sohbet etme şansını kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Web sitesi: http://www.lumieredeloeil.com/lumiara/
Ses kayıtları: