Yazımın başında sizi biraz geçmişe götüreceğim. Ev sahipliğini yaptığımız, 2010 dünya basketbol şampiyonasının yarı finalini hatırlayın. Sırbistan milli takımı ile kıran kırana bir mücadelenin ardından son saniyelere Sırbistan’ın 1 sayılık üstünlüğü ile girilir ama top bizdedir. Mola alıp teknik ekip tarafından ne yapılacağı anlatılır ve saha kenarından başlatılacak bir oyun planı çizilir. O an için Sinan Erdem’de çok gergin bir atmosfer vardır. Tezahüratlar bir an için durmuştur, oyuncular ter içinde, yorgun ama odaklanmıştır. Finalde Amerika’nın rakibinin kim olacağı bu son hücuma bağlıdır. Televizyon başındakiler de nefeslerini tutmuştur. Topu oyuna soktuk ve ana plan olan Hidayet Türkoğlu’nu topla buluşturduk. Belli ki son hücumu o kullanacaktır fakat Sırbistan savunması buna hazırlıklıdır. Hidayete ikili sıkıştırma getirip topu elinden çıkarmaya zorlarlar ve o da ne… Top bir anda Kerem Tunçeri’nin elinde kalır. Kerem Tunçeri topla ilerliyor ve BASKET!!! Salon kendinden geçmiştir, televizyonları karşısında maçı seyredenler koltuklarında zıplayıp sevinç çığlıkları atıyorlar. Milli takım sıçrayıp, bağırarak kutlamalar yapıyor; birbirlerine sarılıyor. İnsanlar bir topun bir çemberden geçmesiyle akıl almaz bir mutluluğa erişiyorlar.
Peki gerçekte burada ne oldu? Yani bilimsel olarak ne oldu? Vücudumuz biyolojik ve fizyolojik olarak bu tecrübeye nasıl bir reaksiyon verdi ve bu reaksiyonlar taklit edilebilir mi? Eğer vücudumuzda o an ile aynı şekilde hormonal aktiviteleri, kimyasal reaksiyonları ve beynimizdeki elektriksel sinyalleri taklit edebilirsek, aynı tecrübeyi tekrar yaşayabilir miyiz? Bu sorular modern bilim insanlarının da sıkça sorduğu sorular. Nitekim, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde, en büyük sorunlardan biri mutluluk arayışıydı. Geçmişle günümüz arasındaki fark ise, geçmişte bu konu sosyal, ekonomik ve siyasi bir sorun olarak incelenirken, günümüzde biyolojik, fizyolojik ve psikolojik olarak inceleniyor. Modern bilim mutluluğu vücudumuzda gerçekleşen belli hormonal ve kimyasal tepkimeler olarak tanımlıyor. Dolayısıyla bu hormonları kontrol etmenin, yani mutlak mutluluğa ulaşmanın yollarını arıyor. Peki bu arayış başka nasıl soruları akla getiriyor?
18. yüzyılın sonlarında İngiliz filozof Jeremy Bentham insanların en yüce amacını, “en geniş kitleler için en büyük mutluluğu sağlamak” olarak tanımlıyor. Yani Betham’a göre bir siyasetçi dünya barışını sağlamalı, bir şirket patronu işçilerinin refahını korumalı, bir bilim insanı doğa üzerine çalışmalı ama bunu var olan otorite için ya da kendisi için değil, geniş kitlelerin mutluluğu için yapmalı. Bentham’ı takip eden yıllarda, siyasilerin, iş adamlarının ya da bilim insanlarının onun fikirlerini ne kadar benimsediği tartışma konusudur. Bir belediye başkanı, şehrin temizliğinden, insanların mutluluğu için mi sorumludur yoksa devletin, her gün iş yerine gelecek sağlıklı vatandaşlara ihtiyacı olduğu için mi? Bu belediye başkanın yüce amacı insanların mutluluğu mu, yoksa ulusun bütün olarak yükselmesi mi? Yoksa ulusun yükselişi beraberinde insanların mutluluğunu da getirir mi? Eğer ülkedeki açlık, hastalıklar ve savaş sona ererse, insanların da mutlu olması gerekir, değil mi? Bu sorularla ilgili bir kanaate varabilmek için birkaç istatistiği inceleyelim.
Gelişmiş ülkelerin sağladığı yüksek refah, konfor ve güvenliğe rağmen, bu ülkelerde ki intihar sayıları da her geçen gün yükseliyor. Peru, Haiti ve Gana gibi gelişmekte olan ülkelerde, her 100.000 kişiden 5’i ya da daha azı intihara kalkışırken, İspanya, Fransa ve İsviçre gibi ülkelerde her 100.000 kişiden 10’u hayatına son veriyor. Başka bir istatistik ise Güney Kore ile ilgili. Güney Kore 1980 yılında gelişmekte olan fakir olarak kabul edilebilecek bir ülke iken her 100.000 kişiden 9’u intihar ediyordu. Bugün Güney Kore gelişmiş bir ülke olarak vatandaşlarına ciddi bir refah sağlayabilen bir ülke. Bununla birlikte intihar vakaları her 100.000 kişiden 36’sı olarak 1980’den çok daha yüksek bir noktaya ulaştı. Bu istatistiklere getirilebilecek basit açıklama insanların refahına oranla hayattan beklentilerinin daha hızlı artması ve refahlarının beklentilerini karşılayamaması olabilir. Bu açıklama konunun psikolojik olarak incelenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Bir diğer yaklaşım ise biyolojik ve fizyolojik. Aslında mutsuzluk duygusunun dış dünyadaki vakalarla doğrudan bir alakası yok. Mutsuzluk denilen kavram vücudumuzda gerçekleşen duyularımızı etkileyen reaksiyonlar. Tabii ki açlık, hastalık ya da savaş gibi pek çok durum bizi mutsuz edebilir, öfkelendirebilir. Fakat mutsuzluk dediğimiz şey bu durumların her birinde, vücudumuzda gerçekleşen ısı ve tansiyon yükselişi şeklinde etkisini gösterir. Demek ki, açlık mutsuzluğun tetikleyici ama gerçek sebebi değil. Benzer bir şekilde yazının girişinde değindiğim örnekte de hiçbirimiz aslında bir topun bir çemberden geçmesi yüzünden koltuklarda zıplayıp birbirimize sarılmadık. Bunu yaptık çünkü milyonlarca elektriksel sinyaller vücudumuzda dolaşıp bize hoş duygular hissettirdiler.
Modern bilimin anlatmak istediği konu özetle, eğer mutlu olmak istiyorsan; ekonomiyle, sosyolojiyle ya da siyasetle uğraşmayı bırak ve insan biyokimyasını manipüle et. Geçmişle kıyaslandığında, Ritalin gibi psikiyatrik ilaçların toplumda kullanılma oranının çok yükseldiğini söylemek zor değil. 2011’de 3.5 milyon Amerikalı öğrenci dikkat dağınıklığı gerekçesiyle kimyasal uyarıcı ilaçlar kullandılar. Bu rakam Birleşik Krallıkta, 1997’de 92.000 iken, 2012 de 786.000 oldu. Sokaklarda yasal olamayan yollarla satılan uyuşturucu maddeler her geçen gün azalırken, psikiyatrik kimyasal ilaç kullanımı her geçen gün artıyor. Ayrıca geçmişte ilaç kullanımı talihsiz bir durum olarak algılanırken, günümüzde normalleşmiş durumda. Öğrenciler stres ve edişe yüklü eğitim hayatlarını, kimyasallar ilaçlar kullanarak, yani biyokimyalarını manipüle ederek kontrol etmeye çalışıyorlar. Bu sadece öğrencilerde geçerli de değil. Askerlik gibi sinirlerin gerilmesi muhtemel mesleklerde de rahatlatıcı ilaçlar kullanmak artık sıklıkla uygulanan bir yöntem oldu.
Son zamanlarda mutluluğu daim kılabilmek için kimyasal ilaçlardan daha ilginç metotlar da denenmeye başladı. Bilim insanları, beynin uygun noktasına doğrudan gönderilecek elektriksel sinyallerle, kalıcı mutluluğu sağlamaya çalışıyorlar. Bu alanda henüz tam bir başarı sağlanamadı fakat insan biyokimyasını manipüle etmek gelecekte de üzerine çok çalışılacak bir konu olacak gibi gözüküyor. Peki başarırsak ne olacak? İnsanı daima mutluluğu arayan bir türden, daima mutlu bir türe dönüştürmenin sonucu ne olabilir? Bana göre yeni oluşacak türün Homo Sapiens olmayacağı aşikar. Çünkü Homo Sapiens kalıcı bir mutluluk hissedebilecek şekilde evrimleşmedi. Bir başarı kazandığında, bu durum onu sadece kısa bir süre mutlu ediyor. Ertesi gün kendisini yeniden mutlu edecek yeni başarılar aramaya başlıyor. Homo Sapiens’in bu özelliği aslında onun varlığını da koruyan bir özellik. Eğer genlerimiz bir başarı ile mutlak mutluluğa ulaşacak şekilde kodlansaydı, muhtemelen evrimsel süreçte elenen türlerden biri olacaktık. Neslimizi devam ettirecek eylemleri gerçekleştirecek dürtülere sahip olamayacaktık. Şimdi de, biyokimyayı manipüle ederek kazanılacak mutlak mutluluğun, evrimsel gelişimde dezavantajlı bir tür oluşturması muhtemel. Neden kimyasallar ile aynı mutluluğa ulaşabilirken, bir basketbol maçını kazanmak için ter dökelim, Nobel fizik ödülünü kazanmak için çalışalım ya da aya ilk defa ayak basalım… Kimyasal mutluluk Homo Sapiens’in elde ettiği bütün kazanımları önemsiz olarak gören yeni bir tür ortaya çıkarabilir ve bu tür büyük ihtimalle Homo Sapiens’den çok daha miskin, sakin ve çalışmaya kapalı bir tür olacaktır. Böyle bir türün de evrimsel başarısının yüksek olacağını düşünmüyorum doğrusu. Biz istesek de, istemesek de kimyasal mutluluk geleceğin araştırma konularından biri olacak ve ilginç sonuçlar doğuracak gibi gözüküyor.
Kaynakça
- Yuval Noah Harrari, Homo Deus, sayfa- 34-49.
- https://apps.who.int/gho/data/view.main.MHSUICIDEASDRv?lang=en