Bilirsiniz ki var olmak bu dünyada yalnızca bir zümreye mahsustur. Bu zümrenin dışında kalanlar da var olmanın acı verici etkilerini kağıda dökerler ve fikrimce gerçek edebiyat da böyle şekillenir. Camus, Kafka, Sartre ve daha nice yazarımız bizi edebiyatın belki de en saf haliyle baş başa bırakır: varoluşçuluk. Bu varoluşsal edebiyatın Türkiye’deki en büyük temsilcilerinden birisidir diyebiliriz şimdi her şeyiyle ele alacağımız Tezer Özlü’ye.
Tezer Özlü…Çoğunluk onu muhtemelen edebiyat derslerinde herkese takılan lakaplardan bahsederken öğretmenlerinin söylediği bir lakapla tanır: edebiyatımızın “Lirik Prensesi.” Yazıları okunduğunda anlaşılır ki bu lakap onun kişiliğinin bir ön izlemesidir: Fazlasıyla nahif, çoğunlukla depresif ve cesur bir genç kadın.
Onun hayatı, kardeşlerininkinin aksine küçük bir Anadolu kasabası olan Simav’da başlar. Zamanla bulunduğu, gezdiği, yaşadığı yerler değişir; hayatına yeni insanlar ve mekanlar girer ama taşralı kimliğini bir nebze de olsa yüreğinde taşımaya devam eder Özlü.
İlk kitabı severek okuduğumuz “Eski Bahçe-Eski Sevgi”dir. Bu yapıtta bizi kendi çocukluğuna ışınlar çoğu eserinde yapacağı gibi. Çocukluğundaki eski bahçesinde kendimizi görmemizi, eski sevgisinde kendimizi bulmamızı sağlar adeta. Bu çıraklık eserinde, çıraklığının izlerini neredeyse hissetmemekle beraber kullanılan dilin özellikleri adeta Özlü’nün varoluşçu edebiyatın büyük bir hayranı ve temsilcisi olduğunun ayak izleridir.
Daha sonra bizi akıcı bir dille başka bir diyara götürür Özlü, belki de bazılarımızın başucu kitabı olan o eserle: “Çocukluğun Soğuk Geceleri”. Bu kitapta hastane odalarında yazılmış olmanın hüznünü ve bazen de çaresizliğini hissedersiniz. “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ne götürürken bu eser sizi, siz de kendi çocukluğunuzun sıcak gözüken ama donmakta olan gecelerini hatırlarsınız. İçinizde bir yumru bırakması muhtemel bu eser kendinizi, tüm geçmiş ilişkilerinizi, ailenizle olan ilişkinizin geleceği şekillendirip geçmişi yaktığını hatırlatan bir uyarıcı niteliğindedir. Yorganın altına girip ısınmak istersiniz bu depresif eserle adeta.
“Yaşamın Ucuna Yolculuk”demiş sonra da Lirik Prenses’imiz sanki yaşamının ucuna iki kısa yıl kaldığını biliyormuş gibi. Ustalık eseri diyebileceğimiz bu eserde gayet alışıldık bir biçimde ölümden bahseder Tezer Özlü. Realistik denebilecek bir eserdir yaşamın tam ucunda olmanın ne denli acı verici ve berbat bir şey olduğundan bahsetmesi yönünden. Okur bu eseri okurken kendinden bir şey bulamasa da ölümle ilgili birkaç düşünceye sahip olarak çıkar eserin içinden.
“Kalanlar”vardır bir de. Adından gayet tabii anlaşılabildiği gibi bu kısa kitap aslında Özlü’den geriye kalan birkaç düzine yazıdır. Düzensiz, biçimsiz ama okuması da bir o kadar keyifli olanıdır. Özlü’yü tam anlamıyla anlayabilmenin, düşünce yapısını çözebilmenin ve beynindeki her nöronun birer kopyasını elde edebilmenin en kolay yoludur “Kalanlar”ı okumak. Diğer kitaplarını okuduysanız sizin için tam olarak bir üstünden geçme eseri sayılabilecek bir eserdir bu. Kendisinin de bu nadide eserin içinde yer alan birkaç onluk yazıdan birinde söylediği gibi hissedersiniz bu eseri okurken:
”şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum.
yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. şimdi
uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. şimdi gittiğim
kentlere yeniden gidiyorum. şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde,yaşama ve
ölüme karşı duyduğum aynı umursamızlıkla dolaşıyorum. tartışmaları biliyorum.
duyguları. korkuları. sözcükleri. her dili anlıyorum. anlıyorum ama kavramıyorum.”
Tezer Özlü’nün edebiyatına biraz ilgiliyseniz herkesin sevip benimseyeceği bir yazar olmadığını anlamışsınızdır onun. Onu sevebilmek biraz da edebiyatın içine ölüm temasını çıplak bir biçimde olmasa da sokmaktır, depresyonu anlamaktır, travmaların üstüne bazen korkusuzca bazen de korkarak gidebilmektir .Sonunda da muhtemelen olduğunuzdan daha depresif ayrılmaktır onun sözcüklerinin arasından.
Lirik Prenses’imiz de severek okuduğumuz varoluşu epeyce sorgulamış pek çok yazarımız gibi çok erken göçmüştür bu dünyadan. Kadın olmak, çocukluktan kalma travmalar, sözcüklerin arasına sıkışmış politik konular; ilişkiler, sevişler, sevmeyişler ve tabii ki soğuk geceler… Bunlar, Tezer Özlü’nün ağzından çıkan her bir sözcüğün kaynaklardır. Bu kaynaklardır Özlü’yü bu sahte dünyanın kapısının dışına iten. Zaman zaman hepimizin aklına gelen düşünceleri yazıya dökmüştür o aslında, bu yüzden de onu sevip sevmemek de derin mevzudur. Deneyimlediği, gördüğü, sevdiği, sevmediği her şeyi bazen seyyah bazen bir gurme edasıyla yazıya döker dobraca. Sahici, depresif ve naif kişiliğiyle bizim Lirik Prenses’imiz, bazen annemiz, rehberimizdir o.
Bu yazıyı hakkını vererek bitirmek için “Çocukluğun Soğuk Geceleri”nden bir anekdot paylaşmayı gerekli buluyorum:
“Pazar günleri…şimdilerde…sokak aralarından geçerken…Gözüme pijamalı aile babaları ilişirse. kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim…Evlerin pencere camları buharlaşmışsa…Odaların içinde asılmış çamaşır görürsem…Bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek…isterim hep.”