Faust: “Eğer dünyanın küçük tanrısına gök ışığından bir parçacık vermiş olsaydın biraz
daha iyi yaşayacaktı. O buna “akıl” diyor ve onu yalnızca her hayvandan daha hayvanca
yaşamak için kullanıyor.” (Goethe, 1832)
Canım, alçakgönüllü, bilge, insanüstü hayalleriyle, içindeki fırtınalarıyla getirdiği güneşin
gökkuşağıyla aklını süsleyen Faust’um! İzlediğimde en çok etkilendiğim oyunlardan biriydi.
Beni olduğum dünyanın ötesinde bir yerlere kaptırdı. Sanki bir fırtınanın içinde kapana
kısılmış, fırtına nereye giderse oraya savrulan anlamsız bir poşetmişim gibi hissettim. O
fırtına durulunca, yani oyun bitince de evrende bir toz olmaya niyetliymişçesine kaybolup
giden bir poşet. İzlerken aldığım izlenimler, hatırladığım spesifik noktalar genellikle
“yetersizlik hissiyatıydı.” Bu, öyle kalbimi kemiren, öyle sinsi ve içten, öylesine susatan bir
duygu ki beni hırsımdan göklere de çıkarabilir; yine hırsımdan yerin dibine de sokabilir.
Fazlaca düşünmek, akılda yeni kapılar açmak ve fikrin sınırlarını barbar bir devletmişçesine
genişletip toprağına katmak, var olan sığ duygularını durmadan işgal altında bırakmak
olağanüstü bir gücün yanında zayıflık da getirir. Bu ikilem, aslında sanki iki fay hattı beni
sıkıştıran ve ortaya bir dağ çıkaran, o dağın ismini de “insanüstü” koyan.
Evet, insanlar genelde akıllarını hayvandan daha hayvanca yaşamak için kullanır sevgili dostum Faust. Bu yüzden ben, hayvanlaşan tüm insanlar adına insanüstü olmaya çabalayarak bu düzensiz düzeni nötrleyeceğim. Olabildiğince okumak, kafamı alabildiğince şiirleştirmek, bir buğday tanesi gibi büyüdükçe boynumu eğmek ve gözlemlemek, her şeyin sınırlarına dokunmak veya bazen çok basit şeylerle insan olduğumu hatırlamak istiyorum mesela, bir köpeğin başını sevmek gibi. Bende bu istekleri uyandıran Faust gibi oyunlara minnettarım. Çünkü aslında hayatta değerli pek çok şey olduğunu, bazen boş şeylere ne kadar takılıp “gerimde” kaldığımı anımsatıyorlar bana. Eğer sanatsal zevklerime odaklanırsam, hukuktan, yani bir nevi kendi bilimimden uzaklaşmış olduğumu hissediyorum. Eğer sadece hukuka odaklanırsam da sanatsal ve insani zevklerimden mahrum kalıyorum. Önemli olanın bu ikisini hayatın içinde bazen çatışsalar bile aslında ne kadar uyumlu olduklarını fark edip yönetebilmekten geçtiğini anlamış oldum.
Faust’un kendisiyle birlikte her şeyi ; bilgiyi ve ilmi bile taparcasına severken sorgulaması,
benim sanat aşkıyla yanıp tutuşmamı ve bilim ne kadar değerliyse insani duygularımızı
yücelten sanatın da o kadar değerli olduğunu anlamamı sağladı. “Tıp, hukuk, iş, mühendislik
bunlar gerekli ama şiir,güzellik,romantizm,aşk,bizim hayatta kalmamızın nedeni
bunlar.”(Dead Poets’ Society, 1988) Bu iki kıymetli şeyin, yani sanatın ve bilimin
bahsettiğim üzere kendi hayatımda çatıştığını fark ettim. Kendi hayatımı düşündüğümde,
bilgiden ve öğrenmekten beni uzaklaştıran, adeta bir kostüm giyip karşıma çıkan o kadar çok
şey var ki. Örneğin, tatlı mı tatlı arkadaşlarım. “Hadi gel, bir kahve içelim sonra çalışırsın”
deyip beni kütüphaneden sürüklemek, o aranın bitmemesi, ders arası kahve molası değil de
kahve arası ders molasına dönüşmesi. Ya da ben odaklanayım diye faydalı kılığına bürünmüş
o muhteşem klasik müzik eserleri, aklıma hayatın güzelliklerini getirir ve önümdeki ekonomi
grafiklerinin ne kadar anlamsız olduğunu düşündürtür. Halbuki eğer ben insanüstü olmaya
çalışıyorsam, arkadaşlarımla içtiğim kahvenin güzel sohbetinden yararlanıp, derse dönmeye
de motive olmam gerekir veya ekonomi grafiklerine bakarken o klasik müzik, bir şekilde
ekonomiyi güzelleştirebilmeli. Demek istediğim, her şeyiyle bunları harmanlarsam yetersizlik
hissiyatından kurtulmuş, insanüstü düşünen biri olacağıma inanıyorum. Bu oyunun bana
kattığı yegâne değer, güzel olan her şeyden yeni bir ben oluşturmamdır.
Faust, Goethe, 1829.
Ölü Ozanlar Derneği, N. H. Kleinbaum, 1988.