Son zamanlarda “anda kalmak” üzerine çokça kafa yordum. On dokuz yaşındayım ve üniversitede zamanın akıp gitme hızına hala da hayret ediyorum. Sanki daha dün kampüse kayıt yaptırmaya gelmişim de bana verilen anahtarları kaybolursam ne olur diye düşünüyormuşum gibi hissediyorum. Oysa 2 yıl sonra kampüsten ayrılıyorum. Geleceğimle ne yapmak istediğimden emin olamamak benim ve belki de birçok yaşıtımın ortak endişesi. Derslerle, ödevlerle boğuşurken içinde bulunduğum kaostan biraz olsun sıyrılabilmek için en sevdiğim animasyonu izlemeye karar veriyorum ben de: Soul.
İnsanlar dünyaya ne için gelirler? Destansı yaşanmayan bir hayatın kayda değer olduğu söylenebilir mi? Herkes bir amaç uğruna yaşayıp gider diyor çevremdeki herkes. İyi bir yaşam için iyi bir amaç gerekliymiş. Peki benim amacım neydi?
Soul filmi bir ortaokulda müzik öğretmenliği yapan Joe’nun hikayesin anlatıyor. Caz sanatçısı olmayı kendine amaç edinmiş bu öğretmen bir gün bir gruptan teklif alıyor. Hayatını değiştirecek olan bu teklif onu havalar uçuruyor. Ancak Joe daha sahneye çıkamadan bir kanalizasyon deliğine düşüyor. Hikâyenin asıl kısmı bu andan itibaren başlıyor. Öteki dünya. Joe mentör olarak öteki dünyaya gidiyor ve 22 adlı bir ruhun hayat amacını bulmasına yardım ediyor.
Hayatımızı hep büyük insanlar ve olaylar üzerinden tanımlamayı tercih ederiz. Hayat amacımız, hayatımızın aşkı, hayatımızın anı… Tutkusu olan insanları örnek gösterirler hep bize. Tolstoy şu romanı şöyle yazdı diye anlatılır. Biz de onları dinleriz hayranlıkla. Tolstoy gibi olmak isteriz aslında bir çoğumuz. Veyahut Anna Karenina gibi âşık olabilmek. Uğruna her şeyi hatta ömrünü dahi feda edercesine sevebilmek. Ünlü şair Nazım Hikmet de yineler dizelerinde.
Yaşamak şakaya gelmez
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Çok sevdiğim Yaşamaya Dair şiirinin bu dizesi beni fazlasıyla düşündürmüştür. Yaşamayı bir görev gibi görür Nazım bu şiirinde belki de. Aslında doyasıya yaşamayı isteriz hepimiz nasıl yapılacağına tam da bilemesek de.
Ölesine sevilecek bu dünya
Yaşadım diyebilmek için
Peki yaşadım diyebilmek için ciddiyetle yaşamak gerekli midir illa? Soul filminde en sevdiğim sahnelerden bir tanesi 22’nin yaşam amacının ne olduğu hakkında Joe ile tartıştığı sahneydi.
“Belki benim yaşam amacım yürümektir” diyordu 22. “Ya da gökyüzüne bakmak. Gökyüzüne bakmakta çok iyiyim!” Sahi en son ne zaman durup gökyüzüne baktınız?
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Joe ise gülerek şu cevabı verir 22’ye. “Bu bahsettiğin şeyler sıradan yaşamak” Yaşamak bizim için o kadar rutin olmuştur ki onda bir ciddiyet arar dururuz hep. Belki de ciddiyette değil rutinlerdedir güzellik.
Nitekim biz hep Joe’nun istediği gibi ünlü bir caz sanatçısı olmayı arzularız ya da bizim için doğru olan “o” kişiyle tanışmayı. Peki ya bunların hiçbiri gerçek değilse? Ya bir hiçbir insanın hayatında “o” tutku veya “o” insan yoksa? Kim bilir belki de sadece 2-3 kere kahve içmeye buluştuğumuz insandadır aradığımız güzellik. Belki de benimsenmelidir doğru kişi oluşuna bakmaksızın iyi kötü her türlü kurulan bağ . Her ilişkinin bize bir şeyler kattığını fark etmektir mühim olan. Veyahut zorlu geçen bir kıştan sonra baharın ilk izlerini görmektir hayattaki tutkumuz. Kışı çok sevemem şahsen ama sabah yeni yağmış karda yürümenin huzurudur bu dünyaya gelme sebebimiz .Sevmektir, üzülmektir, hayal kurmaktır ve kimi zaman da hayal kırıklığına uğramaktır.
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşamanın ciddiyetini hala tartışırım kendi içimde. Nazım bu şiiri yaşarken “anın” önemini vurgulamak istemiştir belki de ama yaşamayı ciddiye bindirmek ne kadar doğrudur? Hayatı kimi zaman boşa da akabilecek kimi zaman son damlasına kadar değerlendirebilecek bir musluk olarak görebilir miyiz? Her anın doyasıya yaşanması düşüncesi yaşamı içine girip çıkacağımız küçük bir deneyim olmaktan çıkartır bence. Ve büyüsünü de bozar böylece.
Yazımı burada sonlandırırken yaşamdan çok filmden ise az bahsettiğimi fark ediyorum. Zaten film konuşmak gibi de bir amacım yoktu açıkçası. Gitmeden önce çok sevdiğim bir kitaptan çok sevdiğim bir filmle ilgili alıntı bırakmak istiyorum size. Bir kadının ayrıldığı sevgilisine yazdığı mektuplar olarak gözüken ilişkilerin de hayata, insanlara dair çok güzel yorumlar içeren, Aylin Balboa’nın kaleminden çıkan bir öykü kitabından: Bu Hikaye Senden Uzun Osman
“Soul” diye, 2020 yapımı bir animasyon film var, izlemiş miydin? Bir ruhun dünyaya geliş amacını bulmasına dair çok sevimli bir film. Daha doğrusu, bu amacın illa büyük bir şey olması gerekmediğine dair. Bazen kendimden çok fazla şey beklerken buluyorum kendimi. Sen de yapıyorsun bunu biliyorum. Oysa kendin dahil kimsenin senden ne beklediği değil mühim olan. Bence mühim olan ne kadar hissederek yaşadığın, yeryüzündeki bu sınırlı zamanının ne kadar tadını çıkarabildiğin. Hayatımız bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçerken, başarılarımızın peş peşe eklendiği bir slayt gösterisi izleyeceğimizi hiç sanmıyorum. Öldükten sonra kimse bizi işe almayacak sonuçta, yanlış mı düşünüyorum? Hayatımızı, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediğimiz idealler peşinde tüketmeyi değil, yaşamayı savunuyorum. Büyük hayallerle çok zaman kaybettik, artık basit şeylerin zamanıdır Osman.
KAYNAKÇA
Bu Hikaye Senden Uzun Osman – Aylin Balboa
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var – Ataol Behramoğlu
Göğe Bakma Durağı- Turgut Uyar
Yaşamaya Dair – Nazım Hikmet
Soul (film)