Ne garip bir coğrafyada yaşıyoruz değil mi? Anadolu’da; insanların, medeniyetlerin ve kültürlerin buluştuğu ve hatta en hararetli şekilde çarpıştığı yerde. Bir yandan Batı’ya dokunan ellerimiz diğer yandan Doğu’ya sarılmış durumda. İkisinden de vazgeçemediğimiz, vazgeçmememiz gereken bir yerde durup “Hangisiyiz?, Hangisi olmalıyız?” gibi soruları cevaplamaya çalışıyoruz. Farkına varmalıyız ki bu topraklarda yaşamış diğer medeniyetler gibi biz de Anadolu’nun renklerine kapılmış, onunla dans etmişiz. Sınırlarımız belirsizleştiği anlarda kültürlerimiz yaklaşmış zamanında birbirlerine. Osmanlı Dönemi’nden, hatta daha da eskilerden beri kaynaşan insanlar, günümüz kültür mirasını bırakmışlar bize. Rum’u, Ermeni’si, Arap’ı ve Bulgar’ı; hepsi günümüz mirasında parmağı olan insanlar. Kimi zaman onlar bizim kültürümüzü etkilemiş, kimi zamansa biz onlarınkini. Ama bildiğimiz üzere Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’un fethinden sonra, fethettiği her yere Türk kültürünü aşılamak için uğraşmış ve bu eyleminin sonucunda da kültürlerin birbiriyle harmanlanarak büyümesini, kendine has bir şekil almasını sağlamıştır. Gittiği yerlere sadece Türk kültürü ve ögelerini değil aynı zamanda İslami ögeleri de taşımış ve yayılmasını sağlamıştır. Yaşadığı paradoksu daha geniş bir coğrafyaya yayan Osmanlı İmparatorluğu, spesifik sanat alanlarındaki değişime ve gelişime katkı sağlamıştır, özellikle de müziğe; Rum-Ortodoks kilisesi yani Bizans müziğine.
Türk müziği ve Bizans ilahilerinin benzemesinden bahsediyorum, kulakta benzer hisleri uyandırmasından. Bu benzerlik beni ilk zamanlarda oldukça şaşırtmıştı. Çünkü Batı Katolik kilisesinin müziğine aşina olan kulaklarım; makamlarla inşa edilmiş Doğu kilisesi ilahilerinin, Doğu’nun kültür ögelerinden bu denli etkilenmiş olabileceğini sindirememişti. Bir kültürün ne kadar hızlı yayılabileceğini ve ardından da özümsenebileceğini farkındaydım ama bu denli ince bir şekilde notalarda hayat bulması beni çok etkiledi. Birden fazla kültürün birbirine, Hristiyanlığın temel ögelerinden biri olan ilahilerde, entegre olup yüzyıllar boyunca müzik yoluyla varlığını sürdürmesi oldukça ilgi çekici. Ayrıca Türk müziğiyle melodik anlamda o kadar çok benziyorlar ki sözlü olmayan eserlerin Türkler tarafından bestelenip icra edilmiş olmasını bile düşünebilir insanlar, şahsen ben de ilk dinlediğimde şüphe etmiştim.
Makamsal ses dizilerinden özellikler taşıyan bu ilahiler, makamlar gereği müzikte “koma” adı verilen ve bir tam sesin dokuzda biri anlamına gelen bu özelliğe de sahipti. Anlayacağınız, Hristiyanlık kültürünün bir parçası olup kiliselerde bile söylenmiş olsa, Türk müziğinin köklerinden desenler taşıyordu üstünde. Buyurun bir örnek:
Yukarıdaki ilahide dinlediğiniz gibi Bizans ilahileri, aşina olduğumuz kilise müziklerinden farklı olarak bulunduğu coğrafyanın desenleriyle bezenmiş durumda. Makamlarla oluşturulmuş bu eserler bize çok şey söylüyor aslında bu coğrafya ve hazineleri konusunda: Zamanın bile eskitemediği ezgiler var bu topraklarda ve onlar ne Batılılar ne de Doğulular. Hatta bunun derdine bile düşmüyorlar. Çünkü biliyorlar ki zamanla seslerine ses katmış, daha da büyüyüp insanların, medeniyetlerin ve hatta toprakların sesi olmayı başarmışlardır.
Eğer daha çok örnek dinlemek isterseniz Bizans müziği üzerine araştırmalar yapıp kimi besteleri yeniden yapılandırmış ve yazmış olan Christodoulos Halaris’in bu çalma listesini öneririm: https://open.spotify.com/playlist/37i9dQZF1DZ06evO2SWfY7?si=b55c20b98d724959
Kaynakça:
Feyzi, Ahmet. “XIX. Yüzyıl Bizans Müziği Kuramsal Yapı İfadesinde Geleneksel Türk Müziği.” ZfWT Vol. 8 No. 2 (2016) 199-215.