Türkiye, son yıllarda dış politika ajandasını olağanüstü bir hızla genişletti. ABD ile yeniden kurulan sıcak temaslar, Rusya’yla süren enerji bağımlılığı, Bayraktar dronlarının giderek büyüyen küresel pazarı, İsrail’le bir yandan işleyen ticaret kanalları diğer yandan üst düzey yöneticiler hakkında çıkarılan yakalama kararları, Somali’de devam eden askerî eğitim faaliyetleri, Afrika Boynuzu’nda artan askeri varlık ve Güney Kore Cumhurbaşkanı’yla yapılacak görüşme… Ortadoğu’da ise Suriye’deki varlık, Irak’ta PKK’ya yönelik operasyonlar ve Körfez ülkeleriyle geliştirilen ekonomik ve askerî işbirlikleri Türkiye’nin sahadaki ayak izini daha da genişletiyor.
Bu tabloyu kimileri “Osmanlı nostaljisi” olarak okurken kimileri ise ekonomik kırılganlıklar, enerji bağımlılığı ve büyük güç rekabetinin ortasında jeopolitik bir zorunluluk olarak değerlendiriyor. Fakat tüm bu hareketliliğin ardından asıl kritik soru beliriyor: Amerika’dan Asya’ya, Afrika’dan Orta Doğu’ya her alanda rol kapmaya çalışan Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri nereye evriliyor?

Asimetrik Bir Bağımlılık
Türkiye, AB’den kopmayı değil, AB baskısını dengelemeyi hedefleyen çok yönlü bir dış politika yürütüyor.
Bu sorunun anahtarı, Keohane & Nye’nin “asimetrik bağımlılık” kavramı. Bağımlılık, kimin kime daha çok ihtiyaç duyduğundan ziyade, ilişkiden kopma maliyeti kimin için daha yüksekse onun daha bağımlı olduğu bir yapı olarak tanımlanır. Bu açıdan bakıldığında tablo netleşiyor: Türkiye, dış ticaretinin yaklaşık %41’ini AB ile yapıyor; sanayi tedarik zincirlerinin büyük bölümü Almanya ve Fransa merkezli. 2023’te Avrupa’dan Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırım akışı toplam yatırımın üçte birinden fazlasını oluşturdu. Ekonomik maliyetler düşünüldüğünde Ankara’nın AB’den keskin bir kopuş yaşaması gerçekçi değil. AB ise güvenlik, enerji ve göç baskısı nedeniyle Türkiye’ye bağımlı. 2016’daki göç anlaşması, Avrupa’nın sınır güvenliğinde Türkiye’nin rolünü vazgeçilmez kıldı. Ayrıca NATO içinde Türkiye’nin jeostratejik konumu Avrupa’nın güvenlik mimarisine entegre. Böylece AB, Türkiye’nin demokratik gerilemesinden rahatsız olsa da, yaptırım ve dışlama yönünde sert adımlar atamıyor: Türkiye içeri alınamayacak kadar öngörülemez, ama kaybedilemeyecek kadar stratejik.

Ayrılamayanlar
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişki, toksik bir eski sevgililik hâline benziyor:
Birbirlerini eleştiriyorlar, birlikteyken huzursuzlar; fakat ayrı kaldıklarında da oluşan boşluk hemen hissediliyor. Türkiye, AB’nin koşullandırıcı tavrından rahatsız; AB ise Türkiye’nin hukuki gerilemesi ve Rusya’yla kurduğu yakın bağlardan kaygılı. Yine de iki taraf da şunu biliyor: Kopmak mümkün değil. Türkiye için AB hala en büyük pazar, en önemli finans kaynağı ve sanayi üretiminin ana tedarik merkezi. AB içinse Türkiye hala tampon bölge, Rusya’ya karşı stratejik denge ve NATO’nun güney kanadı rolünü koruyor. Bu ilişkiyi sürdüren şey bir mahcubiyet değil; karşılıklı stratejik zorunluluk ve kopmanın yaratacağı yüksek maliyet.
Bu nedenle “göçmenleri bırakırız, Avrupa çöker” söylemleri hem politik hem ekonomik olarak gerçekçi değil. Böyle bir senaryoda zarar görmeyecek neredeyse hiçbir aktör yok; en çok kaybeden ise Türkiye olur: ihracat pazarı çöker, TL büyük değer kaybeder, Körfez fonları geri çekilir, Rusya’nın nüfuzu artar ve Türkiye’nin manevra alanı daralır, NATO zayıflar, Orta Doğu daha da kaotik hâle gelir… Liste uzar gider. “AB’ye olan bağımlılıktan kurtulacağız, Cumhurbaşkanı’nın devasa gizli planı var” gibi anlatıların ortaya attığı senaryoda Türkiye’nin mevcut jeopolitik konumu böyle bir lüks tanımıyor. Peki o zaman Ankara ne yapıyor? Bu çok yönlü dış politikanın gerçek amacı ne? Ve tüm bunların Avrupa Birliği ile ne alakası var (Firdevs Hanım)?

Dönüşen Eksen
Ankara’nın yaptığı şey, kopmak değil; bağımlılığı dağıtarak baskıyı azaltmak. Türkiye, Avrupa’yla bağlarını tamamen kesemeyeceğini biliyor: ekonomi buna izin vermiyor. Ancak tek bir güce yüksek düzeyde bağımlı olmak, özellikle demokrasi ve hukuk konularında Avrupa’nın sert baskılarına açık bir alan yaratıyor. Bu nedenle Türkiye’nin bu mevcut yönelimi anlamak için AKP dönemindeki dış politika fazlarına bakmak önemli:
2002–2013 arasında Türkiye’nin dış politikası AB merkezli reformlar, ekonomik büyüme ve Avrupa’yla uyum söyleminin hâkim olduğu bir döneme dayanıyordu. Ancak 2013-2018 arasında Suriye iç savaşı, PKK ile artan çatışmalar ve 2016’daki darbe girişimi Türkiye’yi hızla güvenlik odaklı bir dış politika hattına çekti. 2018 sonrasında ise ekonomik kırılganlıkların derinleşmesi – dolarizasyon, enerji bağımlılığı, yüksek enflasyon – Ankara’yı Körfez, Rusya, Çin, Afrika ve Asya gibi çeşitli aktörlerle yeni ekonomik ve askerî ilişkiler kurmaya itti. Bugün “her kapıyı aralık tutma” olarak tanımlanan strateji, bu üçüncü fazın doğal bir devamı olarak Türkiye’nin tek bir güce bağımlılığını azaltıp uluslararası alanda manevra alanını genişletme çabasını yansıtıyor.

Denge Arayışı
Bunun Avrupa Birliği ile ilgisi işte tam burada ortaya çıkıyor: AB, Türkiye için hâlâ en büyük pazar, en önemli finans kaynağı ve ekonomik dengenin kritik bir parçası. Fakat Türkiye, AB’nin “normatif” yani demokrasi ve hukuk merkezli baskısını azaltmak için alternatif ortaklıklar yaratıyor- böylece ilişkideki güç dengesini değiştirmek istiyor. AB ise kendi iç çelişkileri sebebiyle Türkiye konusunda sürekli gelgit yaşıyor: Avrupa Konseyi’nin oybirliği şartı, Türkiye konusunda karar almayı zorlaştırıyor, Avrupa Parlamentosu, demokratik normlar konusunda sert, üye ülkelerden Almanya-Fransa gibileri Türkiye’nin tam üyeliğine tarihsel olarak mesafeliyken Doğu Avrupa ülkeleri genişleme ve güvenlik kaygıları nedeniyle temkinli. Sonuç olarak Türkiye’nin çok yönlü dış politikası bir kopuşun değil, bir denge arayışının ifadesi. Ne AB’siz yapabilir, ne de yalnızca AB’ye yaslanabilir.
Bu karmaşık tabloyu belirleyen şey bir Osmanlı nostaljisi ya da yayılma anlayışı değil; ekonomik kırılganlıklar, enerji bağımlılığı, güvenlik kaygıları ve büyük güç rekabetinin ortasında nefes alacak alan yaratma zorunluluğu. Türkiye’nin bugün yaptığı şey tam olarak bu: tek bir güce bağımlılığın getirdiği kırılganlıktan kaçınmak, ama o gücü tamamen kaybetmeden yoluna devam etmek. Benzer şekilde AB, demokratik gerilemeye ilişkin raporlarda sert ifadeler kullansa da, göç mutabakatı ve NATO içindeki Türkiye’nin jeopolitik rolü nedeniyle yaptırım veya dışlama yönünde somut adımlar atmaktan kaçınıyor- gücü kaybetmeden yoluna devam edebilmek için.
Peki, AB baskısını azaltmak için yapılan bu stratejik kaydırmalar işe yarıyor mu? Gözle görülen sonuçlar var mı?

Çeşitlendirme Stratejisi
Daha önce belirttiğim gibi; Türkiye, AB’den somut olarak kopmuş değil. Bir “hedging”, yani çeşitlendirme durumu söz konusu. Ankara’nın yaptığı şey Avrupa’yı terk etmek değil; AB baskısını azaltacak alternatifler yaratmak. Türkiye bugün Körfez’den finansal kaynak çekiyor, Rusya’yla enerji ticaretini sürdürüyor, ABD ile yeniden dostluk hattı kuruyor, Asya’yla savunma ve teknoloji ortaklıklarına yöneliyor, Afrika’da askeri nüfuz inşa ediyor. Bu politikaların ortak amacı, tek bir güce bağımlılığın azalması. Böylece Türkiye, AB ile ilişkilerde “mecburiyet” pozisyonunu zayıflatıp, pazarlık gücünü artırmak istiyor: “Size ihtiyacım var, ama yalnızca size değil.”
Bu yönelimlerin beraberinde en belirgin kaymanın savunma sanayiinde olduğunu iddaa etmek yanlış olmaz. Türkiye son 5 yılda Körfez ve Asya pazarlarında dramatik bir genişleme yaşadı. Özellikle Güney Kore, Çin ve Japonya’dan elektronik-makine komponentlerinde büyüme görülüyor. Her kapıyı aralık tutan bu çok yönlü dış politika, Türkiye’ye önemli fırsatlar sunarken aynı ölçüde risk de barındırıyor. ABD’nin olası yaptırımları savunma sanayiini sıkıştırabilir; Rusya’nın enerji kartı ekonomik kırılganlıkları artırabilir; Körfez fonları ise politik tansiyon değiştiğinde hızla geri çekilebilir. Bir örnek Türkiye’nin, Güney Kore’yle yapacağı görüşmelerde aslında farklı alanlarda örtüşen bir stratejik fırsat görüyor olma ihtimali. Güney Kore’nin Sudan ve çevresindeki faaliyetleri, Türkiye’nin siyasi koşullar nedeniyle doğrudan giremediği bir alanda dolaylı etki kurmasına imkân sağlayabilir; Somali’de ise iki ülke arasındaki askeri ve deniz güvenliği işbirliğini derinleştirmek mümkün; Türkiye’nin varlığı ve Kore’nin teknolojik kapasitesi birbirini tamamlıyor. Ek olarak Güney Kore’nin Kuzey Kore tehdidi karşısında Kore’nin artan İHA ihtiyacı, Bayraktar ile doğal bir eşleşme yaratıyor. Fakat aynı anda birçok aktörle derin ilişki yürütmeye çalışmak, kriz anlarında Türkiye’nin diplomatik kapasitesini zorlayarak manevra alanını daraltabilir. Bu nedenle çok yönlülük, dışarıdan bir güç gösterisi gibi görünse de gerçekte kırılgan dengeler üzerinde ilerleyen ve hataya yer bırakmayan bir stratejidir.
Elbette bu değerlendirme, mevcut verilerin ışığında yapılan ve Güney Kore’de değişim öğrencisi olmanın doğal merakıyla şekillenen kişisel bir analizdir. Türkiye’nin dış politikasının geleceğini öngörmenin en sağlam yolu, bugünkü yönelimlerini çözümlemek. Görünen o ki Türkiye’nin uluslararası sahnedeki önceliği, büyük bir gizli proje değil; bölgesel otonomiyi muhafaza ederken AB’nin politik baskısını çok yönlü ortaklıklarla seyrelten bir denge siyaseti.





