Acının İkonlaşması ve Edebi Değerin Gölgesi
Nilgün Marmara’nın adı Türk şiirinde çoğu zaman sadece hüzünle, Sylvia Plath hayranlığıyla ve 29 yaşında sona eren trajik bir yaşamla anılır.Şiirlerindeki varoluşsal acı onu ölümünden sonra bir ‘ikon’ haline getirdi ve sesini bugüne taşıdı.Ancak sormamız gereken bir soru var:Bir kadının sesi, ancak bu kadar yüksek bir trajedinin yankısıyla mı kalıcı olabilir?
Marmara’nın şiiri yalnızlık, yabancılaşma ve kadınlık hali temalarını ele alış biçimiyle Türk şiirinin en derin ve özgün damarlarından biridir. Ne var ki, Marmara’nın 1987’deki intiharı, onun şiirinin önüne adeta bir perde çekmiştir.Şiirleri yayımlandıktan sonra okuyucu onun eserlerine bir edebiyat eseri gibi yaklaşmaktan ziyade kaçınılmaz olarak genç yaşta ölen yaralı bir kadının günlüğü gibi değerlendirmiştir.Dolayısıyla bu durum, edebi değeri gölgede bırakmış, Marmara’yı “Sylvia Plath’ın Türk versiyonu” gibi kolaycı etiketlere hapsetmiştir. Şiirinin biçimsel ustalığı, kendine has dil kurgusu ve felsefi derinliği, ne yazık ki intiharının yarattığı romantik “lanetli şair” imajı kadar konuşulmamış, sonuç olarak ölüm, başarısının en büyük ve haksız katalizörü haline gelmiştir.
Kanonun Trajedi İştahı: Tüketim Nesnesi Olarak Yazar
Bu çarpık görünürlük beni asıl konumuza itiyor: Edebiyat kanonunun, kadın sanatçıları değerlendirirken trajediye olan iştahı.Yazarlar,hem de bu kadar güçlü bir kaleme sahip olan yazarlar sadece birer trajedi nesnesi haline geliyor.Acısından beslenilecek birer tüketim madddesi oluyorlar adeta.Peki bir kadın yazarın sesi, ancak bir trajedinin yankısıyla bu kadar güçlü bir biçimde duyulabiliyorsa, geride kalan, eserleriyle ayakta duran diğer güçlü kadın seslere ne oluyor?
Örneğin, Nilgün Marmara’nın intiharı ne kadar ‘ikonik’ bir travma yarattıysa,Tezer Özlü’nün erken ölümü ve yaşamı da onun sarsıcı modernizmini gölgeleme tehlikesi taşır.Özlü’nün güçlü eserlerinden Yaşamın Ucuna Yolculuk,çoğu zaman edebi bir başyapıttan ziyade Özlü’nün nevrotik yaşamının bir belgesi gibi okunur. Oysa Özlü, sadece acı çeken bir figür değil, Türk edebiyatının anlatı biçimini ve sınırlarını zorlayan, cesur bir dil ve felsefi sorgulama sunan önemli bir yazardır.Benzer şekilde, Sevim Burak’ın deli-dahi arasındaki o ince çizgideki deneysel dili ve biçimsel isyanı, uzun süre ciddiye alınmamış, yazarın kendi yaşamındaki zorluklar yüzünden eseri değil, figürü tartışılmıştır.

Bu örnekler bize gösteriyor ki edebiyat kanonu yetenekli kadın yazarı genelde, edebi bir özne olarak değil bir acı nesnesi olarak kodluyor.Bundan dolayı,bu durum da yazarın trajik sonunun veya marjinal yaşamının yeteneğini ve edebi kişiliğini gölgelemesine yol açıyor. Kanon, kadın yazarın başarısını, kişisel bunalımın ve trajedinin kaçınılmaz bir sonucu gibi sunarak, sanatsal yeteneği ikincil bir konuma itiyor. Edebi üretim, estetik bir başarıdan ziyade psikolojik bir krizin dışa vurumu olarak ele alınıyor. Bu çarpık bakış açısı, okurun zihninde acı çeken kadının, düşünen ve yaratan kadından daha çekici olduğu yanılgısını pekiştiriyor.
Dram Dilden Önce Gelir
Bu etiketleme Nilgün Marmara üzerinden evrensel bir boyut da kazanır.Marmara’nın “Sylvia Plath’ın Türk versiyonu” olarak anılması aslında psikolojik acının edebi bir form haline geldiğini gösterir.Plath de tıpkı Marmara gibi, şiirinin teknik özelliklerinden ziyade, intiharı ve kocasının ihaneti üzerinden okunan, acısı tüketilen bir figürdür. Bu karşılaştırma, eleştirmenler için Marmara’nın şiirinin otantikliği üzerine kafa yormaktan daha kolay bir çıkış yolu sunmuştur. Böylece Marmara, kendi özgün sesinden koparılıp, küresel ‘lanetli kadın yazar’ arketipinin bir parçası haline getirilmiştir. Bu arketipin talebi basittir: Dram, dilden önce gelir. İşte kanonun en büyük haksızlığı tam da buradadır: Yeteneğin arkasındaki zihniyeti değil, sadece acıyı tüketime sunmak.
Nilgün Marmara’nın,Tezer Özlü’nün ve hatta Sylvia Plath’in de yaşamları üzerinden simgeleşen bunalımın metalaşması edebiyatın en büyük etik sorunlarından biridir. Bu durum, edebi eleştiriyi ve okuru ciddi bir sorumlulukla baş başa bırakır: Eseri, trajedinin büyüsünden, duygusal tüketimin ön yargısından ve cinsiyetin kalıplarından arındırarak okumak.
Biliyoruz ki, bir kadın yazarın sesi, ne bir intiharın yankısıyla ne de acının metalaşmasıyla kalıcı olmalıdır; kalıcılık, yalnızca ve daima sanatsal yeteneğin ve dilin özgünlüğünün eseri olmalıdır. Artık Marmara’yı bir trajedinin figürü olarak değil, ele aldığı konuların derinliğiyle; Burak’ı ‘tuhaf’ olarak değil, biçimin cesur bir öncüsü olarak okuma zamanıdır. Edebiyat tarihi, yeniden yazılmayı bekliyor. Acının değil, yeteneğin peşine düşmek, en acil kültürel görevimizdir.
Daha Derin Bir Bakış:
Kanona “Sızan” Kadın Edebiyatçılar https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3465449
Nilgün Marmara’nın Şiirinde Acının Kronolojisi https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3013165
1950 Kuşağı Kadın Öykücülerinden Nezihe Meriç ve Tezer Özlü’nün Öykülerinde Melankoli Üzerine Bir İnceleme https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2701030
Kaynakça:
Burak, Sevim. Yanık Saraylar. Yapı Kredi Yayınları, 2012.
Marmara, Nilgün. Daktiloya Çekilmiş Şiirler. Everest Yayınları, 2017.
Özlü, Tezer. Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları, 2015.
Showalter, Elaine. A Literature of Their Own: British Women Novelists from Brontë to Lessing. Princeton University Press, 1977.




