Yeni İklim Yasası: Hukuki Emperyalizmin Muhasebesi

Yaklaşık iki yıl öncesinde The Canada Files’ın bir dosyasında okuduğum şu bilginin beni ne kadar şaşırttığını hatırlıyorum: Ukrayna’daki ekilebilir tarım arazilerinin (ki bu araziler Avrupa’daki ekilebilir tüm arazilerin %25’ine tekabül ediyor) %40’a yakını üç büyük tarım şirketine ait, özellikle Kernel toplamın %20’sine tek başına tahakküm kurmuş durumda. 2023’ün ilerleyen aylarında Kernel kulağıma bir defa daha geldiğinde konu şirketin arazilerinin bir kısmının ölen askerler için mezarlık yapmasına izin vermemesiydi. Bütün bir Ukrayna savaşın altında açlıkla boğuşurken tarım şirketleri topraklarını işleyemeyen köylülerin tarlalarına çökmekle ve Avrupa’yı tahıla boğmaya devam etmekle meşguldü. 2 Temmuz günü meclisten onay alan İklim Değişikliği Kanunu, Türkiye aynı anda hem orman yangınları hem de Leman’daki karikatür üzerinden tartışmaya tutulmuşken kabul edildi, biraz tartışılsa da gündemde arka planda kaldı. Paris İklim Antlaşmasına uyum gerekçesiyle hazırlanan bu kanun muhalefet vekillerinin oylamaya katılmaması nedeniyle düşük kalan karar yeter sayısının tamamlanmasıyla kabul edildi. Türkiye bu yeni kanunu hazırladığı sırada Donald Trump çoktan Paris Antlaşmasından çekildiğini duyurmuştu bile. Peki bu yasa gerçekten iklim değişikliği mücadelesine hız kazandıracak mı, yoksa tarımsal üretimin yapısı üzerinde beklemediğimiz etkilere mi yol açacak? Hızla silahlanma yarışına giren dünyada Konya’da, Çukurova’da tarımla uğraşan çiftçilere getirilen “sera gazı emisyonu” bariyerleri amacına hizmet edebilir mi?

Avrupa’da kişi başına düşen ekilebilir arazi miktarı, Ukrayna bu oranda birinci.

“Yeşil” Hayaller ve Küresel İklim Mevzuatı

Jay Westerveld 1986 yılında yazdığı bir makalede greenwashing yani yeşile boyama kavramını tanımlamıştı. Bu kavram basitçe doğayı kirletmekte sınır tanımayan şirketlerin çevreci aktivitelere bağışlar yaparak meşruiyet kazanmaya çalışmalarına verilen bir isim. Özellikle The Seven Sisters olarak bilinen ve küresel petrol ticaretinin hakim gücü olan şirketler her sene 0 karbon emisyonu hedefleriyle alakalı raporlar hazırlamakta ve çevreci örgütlere yüklü bağışlar yapmaktadırlar. Bir diğer çarpıcı greenwashing örneği de elektirikli scooterlar; karbon salınımı az olduğu için çevreci zannedilen bu scooterlar hem görnütü kirliliğine neden oluyor hem de batarya ve scooterlar hızlıca eskidiği için olağanüstü miktarlarda atık oluşuyor. Yeşil enerji kavramıyla özdeşleşen güneş enerjisi sistemlerinin ve elektrikli otomobillerin de yine aynı şekilde batarya atıkları yüzünden düşünüldüğü kadar temiz olmadığı bilinen bir gerçek. Avrupa Birliği uzunca bir süredir yeşil dönüşüme gönül vermiş gibi duruyor. AB kişisel verilerin korunmasından tutun da tüketici haklarına kadar pek çok konuda çıkardığı kanunlarla dünyaya yön verme misyonunu üstlendi, yeşil dönüşüm de bu konulardan biri aslında.

Dünyanın ciddi bir iklim kriziyle karşı karşıya olduğu reddedilemez bir gerçek ancak özellikle pandemiden sonra, daralan ekonomiler bu yeşil düzenlemelere burun kıvırıyorlar. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto Protokolü ile başlayan iklim değişikliğiyle mücadele kanunları dizisi 2016’da Paris İklim Antlaşmasıyla genişlemişti. Karbon vergisi, mavi karbon, karbon ticareti gibi kavramları literatüre kazandıran bu metinler devletlere ciddi hedefler biçiyor. Bu trendin peşinden giden Almanya gibi pek çok ülke önce termik santralleri kapattı, hatta nükleer santraller de bir bir kapatılmaya başlanmıştı. Bu dönemde “yeşil” dönüşümde Avrupa’yı besleyen ana damar Rusya’dan gelen ucuz LNG’ydi. Ukrayna-Rusya Savaşı ise paradigmayı birdenbire değiştirdi; Avrupa bel bağladığı ucuz enerji kaynağından mahrum kalmış ve bu yolda nükleer alternatifleri de devre dışı bırakmıştı. Savaş öncesi dönemde hem santraller hem de diğer çevre konularında ihlalleri sebebiyle AİHM tarafından cezalandırılan İsviçre ve Fransa gibi ülkeler savaştan bugüne kapatmadıkları santrallerin ekmeğini yiyor diyebiliriz.

Almanya’da nükleer santral kapatmak bir hobi haline gelmiş durumda.

Ancak sözleşmelere uymamaktan bahis açıldıysa adını anmamız gereken asıl ikili ABD ve Çin. ABD hem Kyoto Protokolünden hem de Paris’ten çekildi. Küresel manada dünyayı kirletmekte öncülük eden ABD’nin uymadığı bir iklim mevzuatının ikna edici olmayacağı açık. Çin ise açık açık çekilmediği antlaşmanın çizdiği hedeflere asla uymuyor. Anlayacağınız iklim değişikliği kanunlarının düdüğü bizim gibi geçiş ülkelerine ötüyor. OECD’nin raporuna göre Türkiye dünyadaki karbon salınımının sadece %0.1’inden sorumlu. Türkiye için su kıtlığı ve kuraklık gibi olgular sera gazı oranlarından daha kritik. Ancak küresel manada Türkiye halen dahi tarımsal üretimden sorguya çekiliyor.

Türkiye’de Çevre Hakkı ve Yeni İklim Yasası

Anayasamızın 76. maddesine göre herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevre hakkı üçüncü nesil (kolektif) haklardan biri. Bu doğrultuda devlet toplumun sağlıklı bir çevrede yaşamın sürdürmesini sağlamak için pozitif edimde bulunmak zorunda. Anayasamızın 5. maddesine göre devletin görev ve yükümlülükleri arasında çevre hakkı gibi hakların önündeki engelleri kaldırmaya çalışmak; yani bu hakları tanımak, korumak ve ilerletmek bulunuyor. Ayrıca AİHM içtihadında da çevre hakkı yaşam hakkı ile bağlanarak dava edilebilir kılınıyor. AİHM Portekizli çocukların Türkiye dahil 33 Avrupa ülkesine karşı açtığı bir davada gelecek nesillerin sağlıklı bir çevrede yaşam hakkının ihlal edildiğini kabul etmişti. Bu doğrultuda Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadele amacıyla bir kanun hazırlaması aslında hiç şaşırtıcı değil, bir ölçüde de gerekli. Ancak kanunun içeriği ihtiyaçlara cevap vermekten çok sorunun ekonomik yönüne dair bazı etkiler doğuracak gibi.

Kanun en genel manasıyla Emisyon Ticaret Sistemi ve Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi sistemlerle sera gazı ve karbon emisyonuna dair işletmelere belirli yükümlülükler getirmeyi, buna ek olarak da bu hedefler yolunda teşvikler dağıtmayı öngörüyor. Teoride mükemmel gibi duran bu mekanizmaların Avrupalı muadillerine bir göz atmakta fayda var. Mesela Almanya uzunca bir süre önce küçük ölçekli çiftlikleri de içine alan bir düzenleme ile işletmelerin uyması gereken çevreci prosedürleri kabul etmişti. Alman devleti bir ineği olan çiftliklerin bile ineklerinin ürettiği sera gazı miktarına kafayı takmış durumdaydı; köylülerden anlamadıkları kriterlere uymaları beklendi ve cezalar sıkılaştırıldı. Kanunun çıktığı günden bugüne Almanya’da toprak sahipliği aile çiftliklerinden tarım şirketlerine kaydı, aile çiftliklerinin eski sahipleri ise bu arazileri bir nevi tımar sistemiyle bu şirketlerden tekrar kiralamaya başladılar.

Yeni kanunumuz uyum konusunda da belirli düzenlemeler öngörmüş. ETS sistemine uyum sağlamak ciddi bir donanım gerektiriyor. Bu açıdan uyum belasının bulaştığı her alanda olduğu gibi bu alanda da bir ton evrak işi doğacak, basit çiftçiler bu gereklilikleri sağlamak için danışmanlık firmalarına para harcayacak gibi duruyor. Uyum konusunda daha başarılı olması beklenen tarım holdingleri ise görünmez bir avantaj kazanıyor. Bir diğer ciddi tehlike ise sisteme getirilebilecek gübre, mazot gibi faktörlerde ek karbon vergisi. Ciddi bir mali krizle boğuşan Türk ekonomisinin bu alandaki potansiyel vergi getirisini değerlendirmek istemeyeceğini düşünmek komik olur.

Türkiye tarımla geçmişi kuvvetli bir ülke, Yedikule Bostanlarında yüzlerce yıldır tarım devam ediyor.

Bu açıdan kanunun kabulünün yanında yapılacak ek düzenlemeler ile ücretsiz danışmanlık hizmetlerinin sağlanması, küçük çiftçilere özel geçiş süreçlerinin oluşturulması ve kooperatif sisteminin sağlamlaştırılması gerekiyor. Tüm bu adımların atılmadığı senaryoda büyük tarım firmalarının teşvikleri cebe indirerek zaten hali içler acısı olan küçük üreticiyle arasındaki uçurumu büyütmesi işten bile değil.

Hukuki Emperyalizm: Kanunları Komplolarla Okumak

Yeni kanunun mevcut haliyle seyahat özgürlüğünü sona erdirmesi veyahut sofralarımıza yapay etler sunması pek kolay durmuyor. Ancak küresel trende uygun olarak orta ve alt sınıf vatandaşların mülkleri bu şekilde azalmaya devam ederse bu arazileri kimlerin edineceğini tahmin etmek pek zor değil. Girişte Ukrayna’daki durumdan bahsetmemin elbette bir sebebi vardı. Ukrayna yakın tarihte emperyalizmin uykudan uyanışının bir sembolü özünde. Ancak emperyalizm 21.yy.da yalnızca silah yoluyla işlerini yürütmüyor. Yapılan uluslararası antlaşmalar yoluyla da devletler hukuki yükümlülüklerin kıskacı altında kalabiliyorlar. 21.yy.ın bu yeni paradigmasının farklı emperyal güçlerde farklı yansımaları olabiliyor.

Kuşak-Yol projesiyle emperyalizm sahalarına ağır sikletten giriş yapan Çin, şu an dünyanın herhangi bir ülkesinde kanun yapım süreçlerini baştan sona etkileyecek bir geleneğe sahip değil. Ama bu verdikleri ödenmesi çok zor ve yüksek miktarlı kredilerin ipotekleri yoluyla özellikle ticaret kanunlarının hazırlanması sürecine etki etmelerine bir engel değil. Çin özellikle Afrika’da borçlarını ödeyemeyen ülkelerden liman, havalimanı ve otoyol işletmesi toplamak suretiyle ülkelerin çehresini değiştirmeye hevesli.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni globalizm kompozisyonunda Amerika sistemin itici gücü, dinamosu haline gelmiştir. Bu doğrultuda özellikle dünyanın dört bir yanına demokrasi getirmek suretiyle Amerika küresel ticaretin jandarması, barışçıl finans kapitalizminin savunucusu haline geldi. Değerli kaynaklara sahip herhangi bir ülke küresel sömürü sisteminden (Wallerstein’ın periphery’den core’a doğru akış dediği yöntemle) çıkmaya çalışınca getirdiği yeni yasalar ve düzenlemelerle ya ülkeleri bitmek bilmez iç savaşlara sürüklemiş yahut da yoğun ambargoya maruz bırakmıştır. Amerika’nın zalim IŞİD’e müdahele ederken ileri sürdüğü Yezidi Soykırımı bahanesi, IŞİD’in o güne kadar gerçekleştirdiği onlarca kanlı eyleminden yalnızca biriydi. Ancak ABD’nin bu askeri müdahelesi ancak 2014’ü bulmuştu. Küresel petrol ticaretinin çerçevesindeki bu değişiklik bugünlerde barışmaya uğraştığımız PKK’nın YPG ve SDG gibi taşeron örgütleri petrol zengini yapmaya niyetliydi.

Immanuel Wallerstein’ın meşhur world-system teorisi, biz yarı periferi sayılıyoruz.

Avrupa Birliği ise yasama süreçlerine öncülük ediyor. Milletlerarası kamu hukuku mevzuatının çok ciddi bir bölümü AB parlamentosu etkisinde gelişti. Türkiye gibi semi-periphery ülkeler AB için güzel bir deney alanı özünde. Türkiye kişisel veriler, insan hakları gibi konularda yaşadığı problemlerle; ip üstünde yürüyen ve derme çatma çözümlerle yolunu bulan yapısıyla AB açısından çözümleri görmek ve doğru düzenlemeleri yapmak açısından verimli bir alan. Yeni İklim Yasası da AB’den iktibas ettiğimiz bir kanun.

Riskler ve Çözümler

Kanun mevcut haliyle yoğun riskler barındırmasa da 2 yıl önce Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda yapılan değişiklikler yüzünden, üst üste 2 yıl kullanılmayan tarım arazilerinin devlet eliyle kiralanmasına fırsat tanıyan kanun benzeri düzenlemelerle tehlikeli bir hal alabilir. Bu uygulama ne Roma ne İslam hukuku tarihinde görülmemiş bir mülkiyet hakkı ihlali özünde. AB’nin Türkiye’den öğrendiği bir diğer şey de yerel yönetimlerle merkezi yönetimin çıkar çatışması konsepti. Geçmişte çevre konulu teşvikler doğrudan bakanlığa verilirken; Dünya Bankası gibi kuruluşlar bu teşvikleri doğrudan belediyelere vermeyi tercih ediyor. Türkiye deprem vergilerinin bile nerede olduğu yoğun sorgulanan bir ülkeyken uluslararası kurumların da şeffaflık arayışı şaşırtıcı değil. Yeni İklim Kanununda konuyla alakalı çözümlere dair belediyelerce yapılan planların bakanlığa bağlı komisyonlarca onaylanacak olması da idare hukukunun önemli ilkelerinden olan icrailik ve özerkliğe aykırılık teşkil ediyor. Belediyelerin kendi bütçelerinden atacakları adımları bakanlığa onaylatması yeni bir sopa işlevi görebilir.

Türkiye Avrupa’da ev sahipliği oranının Almanya ve Avusturya’ya göre yüksek olduğu bir ülke. Her ne kadar son yıllarda mülkiyet edinmek zorlaşsa da kültürel sebepler yüzünden ev sahibi olmak kültürümüzde inanılmaz önemli bir yere sahip. Türkiye yeni düzenlemeler ve ekonomik kriz yoluyla sosyoekonomik olarak geride olan sınıfların mülksüzleşmesi sürecini hızlandırabilir. Almanya’da yaşanan büyük şirketlere kayış trendi bizde mecburiyet haline gelebilir. Ayrıca küçük çiftçilere uyum sürecinde danışmanlık verecek firmalar da doğacağı için ekonomik yük büyüyecektir.

Avrupa’da ev sahipliği oranları.

Peki çözüm ne olabilir? Kişisel olarak ben kooperatiflerin bu süreçte önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyorum. Küçük çiftçilerin yasal prosedüre uyumu konusunda destek olmak, toprakların bölünmesini engellemek ve kar oranlarının düşmesinin önüne geçmek konusunda bu tarz birlikler etkili olacaktır. Yerel yönetimlerin de ücretsiz danışmanlık hizmetleri sağlaması mühim. Makinalaşma tarımda verimli gibi görünse de, insansız tarımın emek sömürüsünü sekteye uğrattığı açık. Kapitalizmin sömürdüğü emek, insan emeğidir. Bu yönden küçük çiftliklerin yok olması kapitalist firmaların da kar oranını azaltacaktır.

Leave a Reply