“Her şeyde bir güzellik vardır, ama herkes göremez.” Böyle söyler Konfüçyüs ve bebekliğinden itibaren sağır, kör ve dilsiz olan pedagog Helen Keller çok güzel tamamlar: “Dünyadaki en güzel şeyler ne görülebilirdirler ne de dokunulabilir, onlar kalpte hissedilmelidirler…” Ve bu puzzle’da unutulan son parçayı ben yerleştireyim: “Güzellik, elde etmek için çabalayacağınız bir şey olamaz, ona ulaşmak için hissetmeniz yeterlidir…”
Sonuncusundan yola çıkacak olursak, son zamanlarda hiç, bir şeyi durağanlığındaki güzelliğiyle izlediğiniz oldu mu diye sormak isterim. Hatta durağan hiçbir şey izlememiş de olabilirsiniz. Dijital ekranlar, dersler, insanlar… Dinamizm alıp götürüyor zihnimizi ve neredeyse hiçbir şeyi bir süreliğine durup izlemiyoruz. Duranın elendiği modern dünya bizi durmaksızın koşturmakla yetinmiyor, durağan olan her şeyi de önemsiz atfetmemize neden oluyor. Hocanızın ders anlatmadan öylece durduğunu düşünün mesela, herhalde bir süre bekleyip dersliği terk edersiniz, ne de olsa “koşturmaca” “duyarsızlığı” da şart kılıyor. Ama eminim ki öylece durup saatlerce en azından dakikalarca izlediğiniz sabit şeyler olmuştur hayatınızda, bunlara güzellikler diyelim ve bu güzelliklerin bir örneği manzara olsun, tıpkı aşağıdaki fotoğrafta olduğu gibi…
Burası benim söylemekten çekineceğim kadar uzun süre seyrettiğim yerlerden birisi, İstanbul Boğazı. Siz de lütfen kafanızdaki bütün o hengameyi bir kenara bırakın ve size ömrünüzde en çok huzur veren, izlemeye doyamadığınız yerlerden birinde düşünün kendinizi. Buralarda uzunca vakitler bulunmak ve öylece etrafı izlemek, dışarıdan bakıldığında -ruhumuza işlemiş pragmatik mekanizmalardan dolayı- çok da mantıklı gözükmeyebilir ama benim bu yazıyı yazmaktaki amacım gerçeğin bunun tam da tersi olduğunu göstermek…
2018 yılının Ekim ayında bir konferansa katılmak ve dahil olduğum bir projeyi tanıtmak için Heidelberg, Almanya’da bulundum. Almanya’nın, sokakları romantizm, doğası kayın ve ladin kokan bu şehrini henüz ziyaret etmemiş olanlar için biraz anlatmak isterim. Almanya’daki birçok şehir gibi Heidelberg’in içinden de bir nehir geçer.
Nehrin kenarındaki geniş ve kalabalık yerleşim yeri boyunca uzanan yeşillik alan, insanların rahatlamaları ve tatillerinin tadını çıkarmaları için oluşturulmuştur; spor aktiviteleri olanaklarının yanı sıra halka açık wi-fi da hizmete sunulmuştur.
Nehrin yanındaki çift taraflı araziye kurulu şehirde, bir taraf “Old Town” olarak anılır ve genellikle 200-300 yıllık romantik mimarisiyle dikkat çeken binalardan oluşur. Burada biraz gezindikten ve etrafı gözlemledikten sonra şehrin baş döndürücü ruhunu hissetmeye başlarsınız…
Diğer tarafta genellikle yeni yapılar bulunur ve Old Town’a göre oldukça modern olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Old Town’da Almanya’nın en eski üniversitesi olan Heidelberg Üniversitesi bulunurken diğer tarafta 1924’te kurulan Max Planck Enstitüsü yer alır. Bu arada, farklı kültürlere ve bu kültürlerden gelenlere oldukça hoşgörülü yaklaşan insanların yaşadığı bu romantik şehrin dörtte birini öğrenci nüfusunun oluşturduğunu da paylaşmak isterim. Old Town’ın olduğu yakada bulunan tepede Heidelberg Kalesi bulunur, buradan şehrin görüntüsü muazzamdır ve adeta bir yapbozu andırır.
Diğer yakadaki dağda ise “Philosophenweg”, yani “Filozof Yolu” bulunur.
Şehirde gezilebilecek yerler hakkında bilgi edinirken, şehrin eskiden filozoflar tarafından sıkça ziyaret edildiğini ve bu yolda ilham almak için yürüdüklerini öğrendim. Doğanın bütün renklerini barındıran bir ormanın içindeki bu yolda yürürken ve bir taraftan şehri izlerken zihnimde canlanmaya başlayan düşünceler, bana bu yolun ününün kaynağına dair ispat sunar gibiydi. Yazımı sıradan bir gezi rehberinden ayırmak için yapacağım çıkış da aslen filozoflara ilham olan Heidelberg’in eşsiz doğasından geliyor…
Ders çalışmaktan veya herhangi bir şekilde çalışmaktan bıktığınız o anları düşünün; sonrasında ara verip dışarı çıktığınızda temiz havanın ciğerlerinizden bütün sıkıntıyı nasıl alıp götürdüğünü… Yorucu bir dönemden sonra sahilde sessizliğin sesini dinlerken dalgaların zihninizden nasıl bütün artıkları süpürdüğünü… Modernizasyonun tavan yaptığı, insan hayatını kolaylaştırmak için hemen hemen her türlü icadın mevcut olduğu günümüzde hiçbir şey –gerçekten hiç ama hiçbir şey– bir manzaranın rahatlattığı kadar rahatlatmıyor içimizi, orada bulunmaları için hiçbir çaba sarf etmemiş olduğumuz halde…
Öğrencilerin uzun süredir hazırlandıkları bir sınava girmeden birkaç gün önce pikniğe götürüldüğünü veya rahatlayacaklarının düşünüldüğü benzeri aktivitelere dahil edildiğini bizzat yaşamamışsanız da tanıklık etmişsinizdir. Ben bu yazımda referans araştırmalar koymak yerine bizzat siz okuyucuları referans göstermek istiyorum. İster sınav olsun ister herhangi bir konu veya düşündükçe daha kompleks bir hal alan o problemler… Siz de hayatın şöyle bir kenara çekildiği, doğanın berraklığıyla yüzleştiğiniz o ortamlardan birinde o problemlerin ne kadar yalınlaştığını fark etmediniz mi hiç? Kahvenizi yudumlarken bir adım ötenizdeki gölün durgunluğu, zihninizdeki o dinginliği beraberinde getirmedi mi hiç?
Bütün gününü yıllardır emek harcadığı çalışmalarla geçiren bir dostum düşünmenin bir yolculuğa benzediğini söylerdi: “Yeterince mesafe kat ettikten sonra şöyle bir soluklanıp ardına bakman gerekir, doğru yolda olduğundan ancak böyle emin olabilirsin…” Hayattaki sorunlar ve çözmemiz gereken problemler için de durumun farksız olduğunu düşünüyorum. Sizin zihninizi ona kitlemenizi gerektiren her konu, eğer arada, şöyle bir soluklanıp en azından temiz havanın tadını çıkarmadığınız sürece, çözülmesi imkansız bir düğüme dönüşüveriyor. İşte tam da bu yüzden siz de en azından mental açıdan şöyle bir arkanıza yaslanıp olayları daha geniş çerçeveden görmenizi sağlayacak ve bulunduğunuz rotayı fark etmenizi sağlayacak güzellikler keşfetmeli ve buralarda vakit geçirmelisiniz. Süratle sağa sola çarpıp zihninizi kırıp döken problemleri dizginlemenin yolu siz manzaraya dalıp kalmışken biraz olsun enerjinizi emen bu problemler için çevrimdışı olmanız… Filozof Yolu’nda filozofların hissettiği o dinginlik ve derinlik de gündelik problemlerden uzaklaşmalarını sağlamış ve berrak bir zihinle üzerine düşündükleri fenomenlere odaklanabilmelerini sağlamış olmalı, öyle değil mi?
İçimizdeki “Çocuksu” Mutluluk
“Çocukken sevdiğiniz birinden ileride asla nefret edemezsiniz.” diye bir değerlendirme duymuştum. Sonraları bunun gerçekten doğru olduğunu fark ettim, üstelik bu sadece insanlarla da kısıtlı değildi. Çocukken komşumuzun kedileriyle uyuyan biri olarak şu an kedilere olan sempatim bunun en büyük ispatı benim için. Bunun nedenlerini düşündüğümde, aslında neden Kız Kulesi’nde saatler boyunca öylece durup İstanbul Boğazı’nı izlediğimi anlamaya başladım. Bir çocuğun hisleri, duyguları ve düşünceleri rasyonalizmden uzaktır, o bir şeyi seviyorsa sadece sevdiği için seviyordur; yani pragmatist veya rasyonalist bir nedene dayanması gerekmez. Aynı şekilde, onu sevmesi için duyduğu mutluluk dışında bir beklentisi de yoktur. Bir diğer değişle, bu sevgi salttır ve yalındır. Şimdi insanoğlunun tarih boyunca varlığının bireylere bölünmediğini varsayalım, yani atalarımızın geçmişi; yani kalanını, bizim ise son noktasını oluşturduğumuz bir ip gibi. Bu alegoriyi öne atmamın nedeni, bu ip üzerinde çocukluğunuzdan daha da öncesinde, atalarınızın hayatlarında sıkça yer eden mutluluk kaynaklarının sizinkilere evrilmiş olabileceği. Yani çocukluğunuzda sevdiğiniz bir şeyden asla nefret edemiyorsanız, atalarınızın sevdiği şeylerden de nefret edemiyor olmalısınız.
…Elbette atalarınızın doğayı sevmesinin bir nedeni olmalı. Darwin, sonraları evrimsel biyolojinin temel taşı olacak çalışması “The Origin of Species”, yani “Türlerin Kökeni”nde Galapagos Adaları’nda yaptığı gözlemler sonucunda, adalarda yaşayan canlıların –aynı atadan gelseler de– bulundukları adaya göre farklı varyasyonlara sahip olduklarını ifade etmiştir. Çoğu insanın odasından başka bir yerde uyumadan önce bir süre yerini yadırgaması gibi basit bir örneği bile ele alırsak, bunun arkasındaki iç güdünün, bir çevreye adapte olmanın o çevrenin benimsenmesi ve sahiplenmesiyle korelasyon içinde olduğunu söyleyebiliriz. Yani adapte olduğunuz bir çevre size tanıdık bir çevredir, adapte olduğunuz çevre ise hayatta kaldığınız bir çevredir. Ki bu onu sevmek için yeterli bir neden gibi görünüyor.
İkinci olarak, ister psikolojideki klasik koşullanmayı (classical conditioning), ister edimsel koşullanmayı (operant conditioning), isterseniz de gizli öğrenmeyi (latent learning) referans alın, şunu açıkça söyleyebilirsiniz ki insanın memleket veya yurt dediği çevresini sevmemesi için hiçbir neden yoktur. Bütün güzel anıları yaşadığınız bu yeri o anılarla özdeşleştirirsiniz, özdeşleştirdikçe fazlasını yaşamak için orada bulunmak istersiniz ve ne yaparsanız yapın oranın sokakları, kokusu ve insanları hafızanıza kazınır.
Son olarak, hepimiz bir yere gerçekten ait hissettiğimizde orada daha motive yaşarız. Oranın bizimle tamamlandığını düşünürüz. Resmi tamamlamak için orada bulunmamız gerekir, çünkü oranın bizimle birlikte bir portreye dönüştüğünü düşünürüz. Orayı sevmek motivasyonumuzu yükseltir ve başarı elde etmemizi kolaylaştırır. Bunun en basit örneği, hafta sonu için veya tatillerde kampüsten ayrılıp evine gittiğinde motivasyonunun düştüğünü ve bu yüzden ders çalışamadığını söyleyen birçok arkadaşım. Siz de benzer serzenişler duymuşsunuzdur elbette çevrenizden. Bunun nedeni bana sorarsanız şudur; kampüsteki insanların tamamı yaklaşık olarak aynı jenerasyonun bireyleridir ve çoğu bir şekilde (en azından bir dereceye kadar) seçilerek okula kabul edilmiştir. Yoldan birini çevirip Plato’nun bir kitabından bahsetseniz hemen size söyleyeceği birkaç şey belirir kafasında. Bu insanlarla elbette maç veya magazin muhabbeti veya dedikodu da yapabilirsiniz; ancak size asıl haz veren eminim ki alanınızla ilgili veya alan dışı konularda onlarla yapabileceğiniz üst düzey sohbetlerdir. Kampüs, “sizi anlayacak” insanlarla doludur.
Elbette bunun dışında, hepimizin kampüsü ve Bilkent’i sevmemiz için birçok neden vardır, ama hepimizin ortak noktası şudur ki Bilkent’te mutlu olmak ve Bilkent’i sevmek, kısacası buraya ait hissetmek bizim motivasyonumuzu hiçbir yerde olmadığı kadar artırabiliyor. Yazımın bu bölümünün kalanı oldukça basit olacak; şöyle ki, şehirler, binalar ve asfalt yollar insanoğlunun birkaç milenyumdur içinde yaşadığı habitatlar. Evrime göre, insan ve atalarının milyonlarca yıl öncesine giden varlığı boyunca bulunduğu habitat, yani kabaca doğa, yazımın başında bahsettiğim ip alegorisi göz önünde bulundurulduğunda, bizim için her zaman sevilesi olmuştur ve öyle de olmaya devam edecektir. İnsanın ve atalarının birçok mutluluğuna ve yaşanmışlığına tanıklık etmiş tabiat, bizi çocukluğumuza ve belki de ondan ötesine götürerek çocukluğumuzdakinden de fazla saflığı ve masumiyeti zihnimize yayıyor ve bu durum aslında her şeyin göründüğünden ne kadar daha basit olduğunu fark etmemizi sağlıyor. Bir diğer deyişle, atalarımızın hafızasına, bizim genlerimize kazınan tabiatın doğası; onun kalbinde, birçok şeyi daha iyi anlamamızı sağlıyor… Heidelberg şehri ise, mühemmel ve eşsiz doğasını, onun “Wege der Romantik” yani “Almanya’nın En Romantik Kenti” olarak anılmasını sağlayan evleri, sokakları, insanları ve bütün bunların şehre kattığı o tarifsiz ruhla harmanlayıp adeta insanoğlunun uzak geçmişi ve son birkaç milenyumu arasında bir köprü kurarak filozofları dahi müdavimi yapacak bir prestije ulaşıyor. Bir gün yolunuz Heidelberg’e düşerse, bütün bu” güzellikleri” “hissetmeniz” ve o anlarda, yüz binlerce yıllık “insan” yaşamının, doruğa ulaşan romantizm karşısında nasıl bir süreliğine adeta durduğuna tanıklık etmeniz dileklerimle…
Kaynakça:
Tabiat ve biraz iç görü…
Mutlu kalabalıklar dünyasıydı bu. Kimilerine göre… Belki de kimilerine onların mutlu olduklarını düşündüren, mutlu olmak için yaptıkları onca şeydi. Her neyse, bu gerçekten mutlu oldukları anlamına gelir miydi? Gerçekten mutlu olan, mutluluğa ulaşmak için bu kadar çaba sarf eder miydi?
Belki de bir tür bağımlılıktı bu, insanı sonsuz bir döngünün içine sürükleyen… Dışarıdan bakıldığında mutluluk dolu gözüken davranışlar, pençeleri arasına almıştı insanları. Gerçekten ne yaptıklarını sorgulamadan, taşın suyunu çıkarırcasına bu modern fenomenlerin getirdiği kısıtlı mutluluk kırıntılarıyla idare etmeye çalışıyorlardı. Edemedikçe daha da bağlanıyorlardı… Peki hiç düşünmüşler miydi, mutluluğun olduğu yerde hırs ve gösteriş tohumları bitmezdi. Belki de onlarınki, mutlu olmak değil, mutlu görünüp ulaşmak istedikleriydi…
İçimi bunaltıyor bu ruhsuzluk, insanlar arasındaki yıkılmaz duvarlar, asık suratlar kapıdan içeri girmek üzere, göçmek üzere martılar…
Not 1: Yazıdaki görsellerin tamamı şahsıma aittir, lütfen izinsiz kullanmayınız veya paylaşmayınız.
Not 2: Yazımdaki bilimsel teori ve konseptlerle ilişkili değerlendirmeler hiçbir bilimsel veri veya deneye dayanmamaktadır.
Not 3: Heidelberg’de bulunduğumuz süre zarfında, kıymetli desteklerini esirgemeyen o dönemki Kalsruhe Başkonsolosu Nevzat Arslan Bey’e ve yardımlarından ötürü değerli konsolosluk çalışanlarına, konukseverliğinden ve desteklerinden ötürü Heidelberg DİTİB Dernek Başkanı Ali Dayı Akbulut Bey’e, ben ve projedeki ekip arkadaşlarım adına tekrar teşekkür ederim.
Bu seyahati mümkün kılan başarının olmazsa olmazı dostlarıma sevgilerle…
Anonim
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle okudum. Özellikle çocuk sevgisinin saflığından ve bunun doğa ile olan ilişkisinden bahsettiğin kısımlar beni kendi çocukluğuma götürdü. Ekledigin resimler ve videolarsa bir o kadar güzeldi. Bu harika yazı sayesinde günüm daha da güzelleşti. Teşekkürler :)
Samet Özcan
Çok teşekkürler efendim, yüzünüzde naçizane bir tebessüme vesile olduysam ne mutlu bana :)
Anonim
Ne kadar güzel, keyifli ve anlamlı bir yazı… manzaralara bakarken huzur duyuyor insan ve kaçırdıklarının farkına varıyor. Aniden karşılaştığım dingin sahneleri sakince bir yere oturup izlemeli ve çocukluğumda yaşadığım saf sevginin içimde oluşmasına daha çok zaman tanıyabilmeliyim dedim kendi kendime. Doğaya doğan, ağaçları koklayıp hayvanlarla oynayan bir insan olarak büyümeli ve bazen kaçıp bu sevgiyi hatırlamaya zaman ayırmalı. Sahip olduğum ve kendimi ayrıcalıklı hissettiren basit bir şey: memleketim Aydın’da bir köyde halalarımın yaşaması ve yılda birkaç kez de olsa ziyaret edebiliyor olmamdır. Covid-19 başladığında saklanabileceğimiz bir zeytin bahçemizin olmasıdır. Gittiğim her yerde, yaşayacağım şehirlerde bir köyüm olmalı bu manzaralara hasret kalmamak adına. Hayatta en huzur bulduğum yer sorusu ile birkaç ay önce karşılaştığımda da köyümdür dedim. Teknolojinin ve şehrin sağladıkları doğayı seven insanın kalbini tam anlamıyla çalamaz asla. Doğada ve duygularda olmayı unutmamayı hatırlatan yazı için teşekkürler! -Öykü Okur
Anonim
Çok teşekkür ederim, herhalde bu yorumunla da bu yazı tamamlanmış oldu :) Yaşadığımız şehrin hemen dışında bulunan, 2 yaz önce babamla yaptığımız doğanın içinde, sessiz ve her şeyden uzak kamelya da aynı işlevi gördü bizim için Covid döneminde. İnsan ağaçların arasında ve masmavi gökyüzünün altında huzur içinde, sessizliği ve dinginliği fırsat bilip dile gelen iç sesini dinlerken (tıpkı yazımda bahsettiğim gibi) hiç hissetmediği kadar evinde ve hiç olmadığı kadar güvende hissediyor. Neticede, yaşadığımız odalar bizim 20 yıllık evlerimiz, atalarımızın binyıllar kadar; ancak doğa bize, milyonlarca ve atalarımızın atalarını da hesaba katarsak milyarlarca yıldır kucak açmış durumda.. Bu yüzden evin kapısını kilitleyip kamelyaya yola koyulmak için çıkarken eve dönüyormuş gibi hissediyorum, tıpkı senin köye, tabiatın kalbine giderken hissettiklerin gibi.
İçeriğe ve duygulara anlam katan değerli yorumun için tekrar teşekkür ederim,
Samet Özcan