“Elbette hikayemi anlatıyorum diye bu herhangi bir sorunumu çözdüğüm anlamına gelmesin ya da anlatmayı bitirdiğimde bir şekilde başka biri falan olacağım da yok. Çünkü, yazmak, kendi kendine terapi uygulamak değil sonuçta, olsa olsa kendi kendine terapi yapmaya yönelik zayıf bir deneme olabilir, o kadar.” (Murakami)
Murakami’nin okuduğum ilk kitabı Rüzgarın Şarkısını Dinle oldu. Çok uzun zamandır onun dünyasına girmek istesem de bu hiç mümkün olmadı. Şimdi düşünüyorum da iyi ki eleştirmenler tarafından en sevilen kitaplarından birini değil de Murakami’nin yazdığı ilk kitabı okumuşum. Murakami tarafından ‘Mutfak Masası Kurmacası’ kitaplarından biri olan Rüzgarın Şarkısını Dinle, Murakami’nin yirmili yaşlarının sonunda yazdığı ve uzun süre çevrilmesini istemediği bir kitap. Neden çevrilmesini istemediğini anlayabiliyorum. Çünkü kitabın sayfalarını çevirdikçe kelimelerin arasından Murakami’nin silüetini görebiliyoruz. Sözcükler ve bölümler dağınık, öznel ve neyin gerçek neyin hayal olduğu ayırt edilemeyen bir şekilde kaleme alınmış. Fakat kitap bittiğinde dağınıklığın içinde bir düzen olduğunu anlayabiliyoruz. Zaten zihnimiz de böyle değil midir?
Bu dağınıklık insana birçok şeyi anımsatıyor; yaşadığınız eski güzel yazları, dostlukları ve uzun ömürlü olmayan ama etkisi uzun olan aşklarınızı… Eğer yazmaya karşı bir tutkunuz varsa aklınıza ilk yazdığınız dönemleri getiriyor. Murakami ilk yazdığı dönemi “Mutfak masası kurmacaları” diye adlandırıyor. Ben bunu nasıl adlandırabilirim bilmiyorum. Murakami dışında ilk yazdığı dönemleri ya da tutkusu olduğu bir şeyin başlangıcını kim adlandırabilir onu da bilmiyorum.
Kitabın sonlarına doğru Murakami‘nin nasıl yazmaya başladığını anlıyoruz. Murakami bir beyzbol maçı sırasında top sopayla buluştuğu an yazmak istediğini anlamış ve evine gidip ilk romanı olan “Rüzgarın Şarkısını Dinle” kitabını yazmaya başlamış. Bir adamın, yazın yaşadığı buruk aşkı ve garip dostluğunu anlatan bu kitap Murakami‘yi daha iyi anlamak ve hissetmek için çok güzel bir kaynak. İlk okuduğunuzda biraz düzensiz gelebilir çünkü Murakami diğer kitaplarından ayrı olarak bu kitapta okuyucular karşısında çırılçıplak duruyor.
Bu kitabı okumak isim veremediğim şeyleri biraz daha anlamamı sağladı. Anlatıcı, kitap boyunca başından geçen ölümlerden bahsederken büyükannesinin ölümüyle ilgili şunları söyler:
“Büyükannemin öldüğü gece, ilk yaptığım, ellerimi uzatıp onun göz kapaklarını nazikçe kapatmak olmuştu. Gözlerini kapatınca, yetmiş dokuz yıl boyunca süren rüyası, sanki asfalta düşen yaz yağmuru gibi sessizce yok olmuş ve geriye hiçbir şey kalmamıştı.”
Bu sayfayı okuduğum ilk anda Murakami‘nin neden yazdığını biraz da olsa anlayabildim. Hayatımız, bu hayata sığdırdığımız anılarımız, hayallerimiz, korkularımız, gözyaşlarımız, değişimlerimiz hepsi bir gün asfalta düşen yaz yağmuru gibi sessizce kaybolacak ve bu anları bizden başkası bilmeyecek. Bizi tanıyan son kişi de öldüğü zaman bu dünyada yaşamamış gibi olacağız. Belki bu yüzden yazıyorumdur, yazıyoruzdur. Zaman, bize ait olan her şeyi bir dalganın kumdaki yazıları sildiği ya da bir yaz yağmurunu asfaltta kaybettiği gibi silecek. Sözler, hikayeler, beğenmediğimiz ekonomi yazıları hepsi bunun içindir; eskimiş renkli yaz günlerinden uyanmamak ve zamanı yenmek için. Rüzgarın şarkısı belki de sözcüklerle eser ve biz sadece onu dinleyerek kurtulabiliriz.