Çocukken sürekli belli bir şeyi kafama takardım. Geceleri beni uyutmayan, gün içinde sık sık düşünüp bir türlü mantığa oturtamadığım o şey tabii ki bu hayatın nasıl yaşanacağı ile ilgiliydi. Biliyorum, hepimiz çocukken saçma şeyler düşündük. Kimi zaman bunları çevremizdekilerle paylaşırken, kimi zaman da kendimize sakladık. Benim düşüncem şuydu, keşke birisi bana bu hayatın nasıl yaşanması gerektiği hakkında ders verse. İstediğim şey şu, birisi bana hayatını bir CD olarak verecek, bende onu takıp izleyeceğim. Ama mantıksız bir tarafı vardı, minimum altmış yıllık bir hayatı nasıl hemen izleyip, anlayıp ona göre yaşayacaktım ki? Hızlı hızlı izlesem? Olmaz, anlaması zor olur. 2x hızına mı alsam? Ama öyle de çok bir şey fark etmez ki. Bazı yerleri geçsem peki? O da olmaz, ya önemli şeyler varsa? Düşün, düşün…
Küçük yaştaki bir çocuğun bu tarz düşüncelere dalması ne kadar normal? İnanın ben de bilmiyorum. Bu yüzden bir türlü ayak uyduramadım dünya denilen bu yere. Nasıl yaşanacağını bilmiyorum çünkü. Bir arkadaşım bana “inek” demişti anaokulunda. Eve gidip anneme bunun iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi olduğunu sormuştum. Benimle dalga geçildiğinde, kötü bir laf söylendiğinde ya da şiddet gördüğümde buna nasıl tepki vermem gerektiğini bir türlü anlayamamıştım. Sahiden, insan bunları nasıl öğrenir ki? Hangi durumda ne yapılması gerektiğini çevremizdekilerin davranışlarından çıkarabiliriz belki. Ama ne kadar şey öğrenebiliriz ki? Her şeyi onlardan alamayız bana göre. Bizim de içimizde bir yerlerde, bir duruma, bir söze ya da bir harekete nasıl davranmamız gerektiğini belirleyen bir huy olmalı. Sınıftaki bir çocuk her şeye agresif bir şekilde cevap veriyordu. Bir kız, o kadar kendini beğenmiş, çok bilmiş bir kızdı ki, onu övsek de azarlasak da hep aynı kibirle cevap veriyordu. En yakın arkadaşım nerede ne yapması ve söylemesi gerektiğini bilen bir kızdı. Peki ben? Ben kimdim? Hiçbir şeye cevabı olmayan, kişiliği oluşmamış, aldığı iltifata bile nasıl cevap vermesini bilmeyen “yarım” bir insan mıydım?
Ortaokulun başlarında babaannemi kaybettiğim için ailem bir psikolog ile görüşmemi uygun gördü, çünkü onlara göre çok mutsuz görünüyordum. Psikolog ile görüşmeye gittiğimde ilk olarak ona bu soruyu sormuştum, ben yarım bir insan mıyım? İnsan nedir, yarım nedir ve yarım insan nedir gibi terimlerin üstünde durmamı istemişti. Bir bedenimin olduğunu ama duygularımın ya da özelliklerimin olmadığını düşündüğümü söyledim. Babaannemin ölümüyle gelen o yalnızlık hissi tüm benliğimi kapladığı için büyük ölçüde karamsardım. Dolayısıyla bu konuya da büyük bir karamsarlık ile yaklaşıyordum. Her ne kadar psikolog birçok tavsiye verse de bu duygulardan kurtulmam çok da kolay olmadı aslında. Aynı zamanda bu sorum da bir çözüme ulaşamadı benim gözümde.
İşin özü şu ki, çocukken kim olduğum ile ilgili kendime çok soru sordum. Ne olmak istiyordum? Mutlu muydum, mutsuz mu? Güzel miydim, çirkin mi? Hangi takımlıydım? Hangi rengi seviyordum? Bu sorulara her gün farklı cevaplar veriyordum. Her gün farklı biriymiş gibi davranıyordum. Bugün Sünger Bob gibi olacağım. Haftasonu aile yemeğinde ünlü bir dünya starı gibi davranacağım. Bugün okulda vampir olmak istiyorum. Çocukken her ne kadar bu zevkli gelse de, büyüdükçe aslında kendim dışında birçok karakter yarattığımı farkettim. Her tanıştığım insana yeni bir ben tanıtıyordum. Hepsinin farklı karakteri, farklı hikayeleri vardı. Lisedeki ben, umursamaz bir şekilde davranan, yalnızlığı seven ve kendisini havalı zanneden birisiydi. Başka bir liseye geçtiğimde, utangaç, çalışkan ve hanımefendi biri olmuştum. En sonunda, üniversiteye geçerken sürekli değişim içinde bulunmam beni çok yordu ve en sevdiğim, düşüncelerine önem verdiğim bir öğretmenim ile konuşmak istedim. Ona bunları anlattığımda, “İnsanlar birden fazla karaktere sahip olamaz genelde. Kötü ve agresif bir insan iyi olmaya çalışırken çok yorulur, ki iyi olamaz çoğu zaman. Sen, içinde bir sürü Dilara barındırıyorsun. Sadece bir tanesini baskın olarak yaşaman senin için daha rahat olabilir, ama diğerleri de senin bir parçan ve onları görmezden gelirsen bu durumu daha da zorlaştırırsın.” dedi bana.
Üniversiteye geçmemle beraber herkesin aslında bir kimlik arayışında olduğunu gördüm. Herkes kim olduğunu çözmeye çalışıyordu. Herkes sürekli fikirlerini ve tercihlerini değiştiriyordu. Ama ben kim olduğumu artık çözmüştüm zaten. Sabahları huysuz bir şekilde uyanırsam günün geri kalanını agresif ve hayattan bezmiş biri olarak geçiriyordum. Hevesim bir kere kırıldığında direkt her şeyden vazgeçip kendimi yalnızlığa çekiyordum ki bu maksimum iki gün sürüyordu. Bir film izlediğimde o karakteri beğenirsem iki hafta boyunca onunla ilgili hayaller kurup bir gün ona ulaşacağımı düşünüyordum. En sevdiğim renk, mutlu olduğum günlerde mavi, mutsuz olduğum günlerde siyah oluyordu. Arkadaşlarımla aram iyiyse benden mutlusu ve optimisti olmuyordu, ama tek bir arkadaşımla aram biraz bozulsa karamsar ve çekilmez birisi oluyordum. Bazen hiçbir sebep yokken iyi biriyim, bazen ise ne iyi ne kötü. Ama tek bir şey olmadığımı çok iyi biliyorum: o da, kötü bir insan. Kötü biri değilim. Yüzüme gülen herkese canımı verecek kadar sevgi bağımlısı biriyim. En huysuz günümde bile olsam biri bana güzel söz söylediğinde onu mutlu edecek şeyler aramaya başlıyorum. Kimseye, bana ne yaparsa yapsın bir kötülük düşünemeyecek kadar saf bir kalbim var. Bu her ne kadar beni çok üzse de, şu ana kadar birinin kalbini bilerek kırmadığım için kendimi seviyorum. Kimseye kötü bir düşünce veya art niyetle yaklaşmadığım için kendimi iyi bir insan olarak tanımlıyorum.
Önemli olan hangi rengi sevdiğimiz, büyüdüğümüzde ne olmak istediğimiz, hangi bölümü tercih edeceğimiz ya da hangi şarkıyı sevdiğimiz değil. İyi insan olmak ya da iyi bir insan olmamak. Önemli olan bu. Kalp kırabilmek ya da kırmamak. Bir hüzne vesile olmak ya da mutluluktan ağlatmak. Ben bu hayata en sevdiğim rengi bilmeden de devam edebilirim, ama iyi mi yoksa kötü mü bir insan olup olmadığıma karar veremeden, bu dünya denilen yerde nasıl yaşarım bilmiyorum.