Son zamanlarda sosyal medya mecralarında gezerken sürekli karşımıza çıkan dijital fotoğraf makinesi ilanlarından da anlayabileceğimiz üzere günümüz insanları yüksek çözünürlüklü telefon kameralarındaki teknoloji mucizelerini bir kenara koymuş, onun yerini ise ‘’retro’’ adı altında sizi parlak ama nahoş bir sarının sardığı tokmakları çevirmeli olan bir ev fotoğrafını andıran ve anneannemin evindeki emek emek işlenmiş tığ işlerinin bu kadar yıla rağmen bozulmayan ütülerini hatırlatan minik makineler almış. Peki birçoğumuzun bebeklik fotoğraflarının çekildiği bu anı sayıcılarını 21. yüzyıla gelmemize rağmen bağrımıza basmamızın kaynağında ne yatıyor? Bağlantılı başka bir soru ise yapay zekanın bizi ele geçirebilme ihtimalinin günbegün arttığı günümüz dünyasında eski niteliğiyle addedebileceğimiz teknolojik buluşlara dört elle sarılmamız bir tesadüf mü? Kemerlerinizi sıkıca bağladıysanız doğruluğundan kesin bir şüphe duyacağınız ama bir yanınızın da bana hak vereceğinden emin olduğum analizim başlıyor!
Geçmiş kelimesinin kökü olan geç, eski Türkçede ‘’aşmak, öte gitmek, zaman geçmek” anlamlarına gelen ‘’keç’’ sözcüğünden gelmektedir. Aslında bu, aşabildiğimiz ölçüde yaşantılarımıza geçmiş damgasını vurabilme hakkına haiziz anlamına geliyor. Fakat hepimizin hayatın bir evresinde gerek hüzünle gerek mutlulukla tecrübe ettiğimiz üzere bazen periyodik olarak bazı şeyler geçse de bu onların aslen geçmiş olduğu anlamına gelmez ve böylece geçmişin kelime anlamına subjektif bir yorum getirilmiş olur. Bence bunun en somut delillerinden biri; üzerine bu kadar şarkılar yazılmış, şiir dizeleri yazılmış bir konunun eğer öte gidilen veya aşılan bir anlama gelseydi bu kadar üzerinde düşünülmeyecek olmasıdır. Çünkü bir ip yumağını çözüp makaraya sarmak, A harf notuyla geçtiğin o dersin vize sonucuna tekrar bakmaktan çok daha haz verir insana. Bu yüzden belki de geçmişin geçmesini kelime anlamının aksine bazen istemiyoruzdur ve bu yüzden geçmiş gerçekten geçmemiştir.
Bizlerin zaman kavramındaki geçmişle dünyanın zaman kavramındaki geçmişin çatışması dolayısıyla ‘’geçmişe özlem’’ dediğimiz konu bizlere kucak açar. Bugün hangi toplantının olduğunu hatırlamaya çalışarak düşünceli gözlerle etrafa bakarken karşında duran apartmanın bir zamanlar her gün gittiğin uğrak bir yer olduğunu idrak ettiğinde vücudunun sol tarafında oluşan o sızı, somut bir örnektir geçmişin geçmemesine dair. Vücuttaki o sızının geçmesini dilemek ve bunun için çaba göstermek de çözmeye çalışılan ip yumağının tekrar birbirine dolanmasından başka bir anlama gelmez. Yakından tanıma şansını bulduğum usta bir filozof yasın ertelenmeyeceğini savunur. O sızının sebep olduğu yası herkesin kendi dibi neresiyse o konumda yaşamak ve kabullenmek; fikrimce makaradaki işleri karıştırmaya değil, tekrar toplama amacına daha yakındır. Yaşanılan özlem duygusunu inkar etmek de bir bakıma deklanşör düğmesine basılmasına rağmen böyle bir fotoğrafın çekildiğine dair olan inkarla eşdeğerdir.
Belki antikacılar çarşısında suratına bile bakılmayan dijital kameraların bir zamanlar gülümsemeyen karartılı gözlük sahibi bir aile babasının torunlarının elinde tekrardan belirmesi zamanın yavaşlatılmasına yönelik bir manifestodur. Zaman yavaşlasın ki geçmemesini istedikleri şeyi düzeltebilmek için ellerine bir fırsat geçsin ve ‘keşke’lerden bir nebze olsun arınılsın. İşte tam olarak bu yüzden geçmişe duyulan özlem, geçmiş sınıfından geçememiş ve sınıfta kalmıştır. Üstâd ve inkarlarla dolu bir fotoğrafçı eğer makinesinin yeniliğinden ötürü basılan deklanşör düğmesinden bir fotoğraf çıkmadığına inanıyorsa saklama alanında ne kadar fotoğraf olursa olsun onun için hiçbir kare yoktur dijital kamerasının içinde. Fakat çaylaklık dönemindeki eski fotoğraf makinesinin çatlak ekranında çözünürlüğü kahvaltısını bekleyen bir ev kedisinin mama kabındaki taneler kadar az olan o fotoğrafların sayısı bir elin parmağını geçmese bile göklerden toplarız ilgili fotoğrafların yüceliğini.
Profesyonel olan bu fotoğrafçı ve geçmiş fotoğraf makinelerine tekrar ilgi duymaya başlayan bir beyaz yakalı arasında her ne kadar beceri ve tecrübe arasında fark olsa da bence fotoğrafın içeriği bakımından ikisi de aynı pencereden bakıyorlar. İkisinin de geçen yılların armağanı olan beyazlayan saç telinden tutun toplu bir fotoğrafta dahi gülümserken kısılan gözlerin altından süzülen kırışıklıklara varana kadar gösteren bu hain makinelere karşı antipatisi vardır. Fakat bakınca soba üzerindeki portakal kokusunu anımsamamızı sağlayan bu makineye baktıklarında gördükleri tek şey belki zorla biriktirdikleri belki ödünç aldıkları kappa kazaklarının içinde umutları yeşermeye başlayan ve gözlerinin içindeki ışık yeni oluşan ve ‘keşke’lerden arınmış o genç bedendir. Bizler istediğimiz şemailimizle temiz sayfa açamadığımız için kırışıklıklarla dolu olsak bile o retro makinenin bize sihirli değnek gibi dokunup ‘keşke’lerden arındırmasını bekliyoruz Bu sebeplerden ötürü portakallı makinelere dört bir yandan sarılmamızın sebebini istemesek bile anlamış oluyoruz. Tabii doğru söyleyeni dokuz köyden kovdukları için şimdilik benden bu kadar, kaçtım.
KAYNAKÇA:
Sena Kılıçarslan, (2024). Antalya/Kaş. [Fotoğraf].
Beyza Göksel, (2024). İstanbul. [Fotoğraf].
Abdülkadir Akan, (1940). İstanbul/Göztepe. [Fotoğraf].