Dünya varolduğundan bu yana insan hep savaşmış. Kanlar dökülmüş, topraklar masum insanların kanlarıyla sulanmış, nehirler çoğu zaman kırmızı renkte akmış… Bazen soruyorum kendime: Yarın daha güzel olacak mı, bir gün insan savaşmaktan ve öldürmekten yorulacak mı? Aksini söylemeyi çok isterdim ama ne yazık ki insanoğlu değişmeyecek. Yakıp yıkmaktan, kan dökmekten asla yorulmayacak. Çünkü korkunç bir hırs yatıyor kalbinde. Sonsuz bir nefretle kafa tutuyor dünyanın dönüşüne.
Daima daha fazlasını istemek için doğmuşuz sanki. Küçük mutlulukları görmezden geliyor, büyük balığı yakalamak için çırpınıp duruyoruz. O büyük balığa giden yolda ise hırs bürümüş gözlerle yok ediyoruz önümüze çıkan her şeyi. Bütün bu savaşlar bu yüzden çıkmıyor mu zaten? Para ve toprak hırsı, güç açlığı, intikam ateşi… Hepsi birlik olmuş yok ediyor bütün güzellikleri.
Güzel duygular esiri olmuş kinin ve nefretin. Sevgi, tıpkı çöpe atılmayı bekleyen eski, kırık bir sandalye gibi evin en ücra köşesinde tozlanmaya terk edilmiş. İnsanlar birbirini kolay kolay sevemiyor artık, sadece savaşıyor. Savaşırken ise gözleri hiçbir şey görmüyor, yakıp yıkıyor etrafındakileri. Kimi zaman ormanlar yanıp kül oluyor, kimi zaman insanlar… Sevdiklerinin can verişine şahit oluyor, mutluluk yuvaları mezarlığa dönüşüyor.
Öyle bir hüzün, öyle bir umutsuz bekleyiş…
Bir çocuk oturuyor kaldırımda. Ağlamıyor ama dokunsam sel olacak bütün şehir, çok belli. Gittim yanına, sordum: “Neyin var çocuk, burada oturmuş birini mi bekliyorsun?”. Ağlamaklı gözlerle baktı bana ve şöyle söyledi: “Annemi bekliyorum. ‘Sen git saklan ben bulacağım seni.’ dedi bana.”. Sesindeki korkuyu, çaresizliği sezmek çok zor olmadı. Tir tir titriyordu konuşurken. Bir umut, oturmuş annesini bekliyor, gelemeyeceğini biliyor belki de ama inanmak istemiyor. Çocuğa elimi uzattım ve şöyle dedim: “Gel burada yalnız bekleme, birlikte bekleyelim anneni.”. Sanki saatlerdir, birinin gelip ona sahip çıkmasını beklercesine
sımsıkı tuttu ellerimi, minicik, soğuktan ve korkudan buz kesmiş elleriyle. Uzunca bir süre yürüdük, yol boyunca hiç sesi çıkmadı. Ancak yolun sonuna doğru yere çöktü ve birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Annem melek oldu değil mi?” dedi bana. Dondum kaldım. Gözümden akan yaşları saklamaya çalışırcasına uzaklara baktım. Korktum çünkü, ağladığımı görürse ikna olur diye korktum. Bir şey diyemedim. Bütün bir şehir çocuğun çığlığıyla sarsıldı.
Şehri sarsan, bombalar değildi. Küçük yaşta öksüz ve yetim kalmış bir oğlan çocuğunun kalbine düşen o ayrılık ateşiydi. Sevdiklerinden ayrılmanın ne demek olduğunu görmek için çok erken bir yaş oysa. Beş yaşında bir çocuk, yalnız sevgiyi tanımalı. Hayal kurabilmeli, çimlere uzanıp parmaklarıyla bulutlardan şekiller çizebilmeli, pespembe bir hayal âleminde yaşamalı; patlama sesleriyle yankılanan bir cihanda değil!
Savaştan yeni çıkmış bir şehrin sokaklarında yürümek… Acıyı damarlarına kadar hissetmek… Tam da bu noktadayım şu an. Kaldırımlarda donmuş kan lekeleri, bazısı hâlâ ıslak. Tamamıyla kurumamış savaşın izleri. Sokaklarda çığlık atarak koşuşturan inşaların sesleri yankılanmaya devam ediyor. Hâlâ derin bir hüzün havası var şehirde. Kim bilir kaç yağmur yağdı ama yine de yıkayamadı savaşın kirlerini. Kan gölü olmuş, alev alev bir şehir var karşımda. Öyle yanmış, öyle yaralanmış ki kırmızılığı gökyüzüne dâhi yansımış. Eskiden yemyeşil doğasıyla, rengarenk çiçekleriyle bir cenneti anımsatırdı bana, bakmaya kıyamazdım. Tablosunu yapmaya yeltendim çoğu zaman ama böylesine bir güzelliği olduğu gibi yansıtamayacağımı biliyordum.
Şimdi ise karanlık esir almış şehri, güneş aydınlatmaya yetmiyor artık.
Savaş kahrolmak demektir, hasta olmak, aç susuz kalmak, esir düşmek, varlığını, bağımsızlığını teslim etmek demektir. İster kazanan olun ister kaybeden, her şekilde kaybetmişsinizdir. Siz kazandığınızı düşünseniz de onurunuzu ve vicdanınızı kaybetmişsinizdir.
Hepimizin bildiği gibi savaşların sonunda iki taraftan biri yenilgiye uğrar, diğeri galip gelir. Yıllardır bize tarih derslerinde öğretilen bu, öyle değil mi? Ancak bu sadece bir yanılsama. Savaşı başlatanların vicdanlarını rahatlatmak adına çıkarttığı bir yalan. Zira savaş bittiğinde, ölüm her iki tarafın da kapısını çalmıştır. Gece gündüz ölüm kokusu dolmuştur burunlara. Acı, sefalet, güvensizlik, korku, tek gerçek olmuştur. Savaş, topyekûn bir cinayetin ötesine geçemez. Yalnızca kan vardır ortada. İzi asla silinmez. Silinmesin… Silinmesin ki, insanoğlu her baktığında savaşın ne demek olduğunu görsün, o acıyı iliklerine kadar hissetsin ve yalnızca vicdanı ile savaşabilsin.
Şu koca cihandaki tüm savaşların ortak bir sebebi var aslında: İnsanın vicdanı ile olan savaşı. Vicdan ile hırs arasında bitmek bilmez bir çatışma vardır. İlk çağlardan bu yana insanoğlunun bünyesinde barındırdığı -açgözlülük, ona çeşitli kötülükler yaptırmıştır. Bu doyumsuzluk hissi, güce olan arzuyu ve hırsı tetiklemiştir. Hırs, vicdanı köreltmiş, kalpleri karartmıştır. Bu yüzden kendimizi başkalarıyla kıyaslarız, onlardan daha fazla şeye sahip olabilmek için savaşırız. Hayatı başkalarına karşı kin besleyerek yaşadıkça, “iyi insan” olma
hâlinden gittikçe uzaklaşırız. Sevmekten, sevilmekten kaçar ruhumuzdaki saklı kötülüğü ortaya çıkarır, gerçek mutluluğu göremeyiz. Başkalarının kriterlerine göre yaşar, onların yollarından gideriz ancak sonunda kayboluruz. Bir iyi-kötü girdabının içinde dönüp dururuz. Oysa içimizdeki şeytana kulak tıkamak bu kadar zor değil. Yalnızca vicdanımızın sesini dinlemeyi öğrenmeliyiz.
Ne zaman ki insanoğlu güce olan açlığına son verir, dünyayı gözleri ile değil kalbiyle görebilir, işte o zaman “Savaş” adı altındaki bu insanlık trajedisi son bulur.
KAYNAKÇA: