Bilmiyorum aksini iddia edecek var mıdır, ama malumunuzdur ki pandemi dönemi sinema anlamında genele baktığımızda pek verimli geçmedi. Belgesel filmler için ise aynısını söylemek pek mümkün değil. Neyin gerçek neyin fantastik olduğunun birbirine karıştığı bu dönemde birçok kalbur üstü belgesel çıktı. Ben de 25 Nisan’da gerçekleşecek Oscar törenini fırsat bilip aday olan belgeseller hakkında birkaç kelam etmek istedim. Oldukça renkli bir beşli oluşturduğunu düşündüğüm bu belgesellerin kısaca ne anlattıklarına değinip biraz da kendi düşüncelerimi aktaracağım.
COLLECTIVE
Basın otoriteye boyun eğerse, otorite halka zulüm eder.
Aynı zamanda Akademi Ödülleri’ne En İyi Uluslararası Film kategorisinde de aday olan bu Romanya yapımı belgeselle başlayalım. Collective, kısaca özetlemek gerekirse, 2015 yılında 27 kişinin hayatına mal olan bir gece kulübü yangını sonrasında açığa çıkan bir sağlık skandalına ışık tutuyor. Hastanenin dezenfekte edilme sürecindeki ihmalkârlık sebebiyle 37 kişinin daha hayatını kaybettiği bu olayda, birtakım cesur gazetecinin araştırmaları sonucu sonradan görülüyor ki olayın iç yüzünde büyük bir yozlaşma var. Birçok siyasetçinin de olaya dahil olduğu bir yozlaşma bu. İlaç şirketine verilen rüşvetler ve çok daha fazlasını da içeren bir çürümüşlük. Bütün bunlar olurken “Bizim Almanya’dan daha iyi sağlık sistemimiz var!” diye esip gürleyen bir hükümet de, belki bir yerlerden tanıdık gelmiştir, eksik değil. Neyse efendim, her ne kadar “En az bir 30 yıl bu ülkeden bir halt olmaz!” çıkışı yapan babanın oğluna öğüdünü içselleştirmek de mümkün olsa da, hesap sorabilen bir basının, ifade özgürlüğünün ve her şeye rağmen dik duran insanların öyküsü bence bu. Anlatım olarak ise olayı dramatize etmemesi, anlatıcı yahut röportaj içermeden ne varsa normal bir film akışında seyirciye göstermesi de belgeselin diğer olumlu taraflarından şahsi fikrimce.
CRIP CAMP: A DISABILITY REVOLUTION
Kampta gördüğümüz şey hayatlarımızın daha iyi olabileceğiydi. İşin gerçeği şu ki: Var olabileceğini bile bilmediğiniz bir şeyi elde etmek için çabalayamazsınız.
Camp Jened, ya da yaygın adıyla Crip Camp, toplum tarafından insan dışı bir muameleye maruz kaldıkları bir dönemde engelli bireylere kucak açan hippi destekli bir yaz kampı. Bir nevi Hogwarts aslında bu oluşum onlar için: Asla bırakmak istemedikleri büyülü bir dünya; özgürlüklerini sonuna kadar yaşayabilecekleri, dışarıda onlara çok uzak olan sivil haklara sahip oldukları bir yer. Filmin anlatısı bu kamptan biraz fazlası yalnız. Belgesel, bir taraftan da Camp Jened’da kendileri için farklı bir dünyanın mümkün olduğunu gören engelli bireylerin anayasal haklarını elde edebilmek için verdikleri direnişin öyküsünü anlatıyor. Bu bağlamda bence çok önemli bir film. Hem gösterdiği ütopyanın nasıl da o insanların hayatına dokunduğunu göstermesi bakımından hem de önlerine çıkan ve çıkarılan bütün engellere karşı dimdik duran hareketin mücadelesini göstermesi bakımından önemli. Belki bu beşli içerisinden en sevdiğim film değil, ama herkesin izlemesini en çok isteyeceğim film; çünkü engelli hareketi, mukayese etmek ne kadar doğru bilemesem de, diğer azınlık hareketleri kadar medyada ve halk nezdinde yer bulabilmiş değil kendine. Bu gerçekten önemli çünkü filmde de belirtildiği gibi sadece yasaları değiştirmekle bu iş bitmiyor, toplumun da tutumunun değişmesi gerek.
THE MOLE AGENT
Yalnızlık, bu yer hakkındaki en kötü şey.
Çok özgün bir konuyla olaya giriyor The Mole Agent. Hiçbir belgesele hatta kurgusal filme de benzemeyen bir giriş. 83 yaşındaki Sergio, huzurevindeki annesinin durumunu merak eden bir kadının isteği üzerine ajan olarak görevlendiriliyor. Bu biraz fantastik ve mizahi girişin ardından çıkan film ise son derece samimi olmasının yanı sıra hayatın içinden önemli bir konuya temas ediyor. Huzurevi sakinlerinin yaşamına dair hem yürek ısıtıcı hem de zaman zaman üzücü bir hikâye. Belki çok büyük bir skandalı, adaletsizliği anlatmıyor ama hemen hemen herkesin ortak olduğu bir hatayı anlatıyor: Kimisi terk edilmiş, kimisi yakınlarını kaybetmiş bu yaşlı, güler yüzlü insanların tek ihtiyaç duyduklarının biraz sevgi, biraz karşılıklı oturup sohbet etmek olduğunu idrak edemeyişimiz.
MY OCTOPUS TEACHER
Bana bir ziyaretçi gibi değil, bu yerin bir parçası gibi hissetmeyi öğretti. Bu ikisi arasında çok büyük fark var.
Vahşi doğa belgesellerini bilirsiniz: Canlıların sıradışı dünyalarına ışık tutarlar. My Octopus Teacher da seyircisini Güney Afrika’da bir su altı ormanına, bir ahtapotun hayatını izlemeye davet ediyor ama benzerlerinden farklı bir şekilde: İnsanı da bu hikâyenin bir parçası yaparak. Psikolojik olarak zorlu bir süreçten geçen anlatıcımız Craig Foster ile bir ahtapot arasında zamanla oluşan duygusal bağı anlatan bu belgesele karşı gözyaşlarını tutmak, açıkça söyleyeyim ki, hiç kolay değil. Evet, bir ahtapotla kurulan duygusal bağ var burada. Ahtapotun zekası ve kendini koruma mekanizması bile başı başına hikâye adına çok ilgi çekiciyken bir de Craig’le birbirlerini duydukları karşılıklı sevgi olayı başka bir boyuta taşıyor. Bunun yanında büyüleyici su altı görüntüleri ve müzikleri ile de iyi bir görsel-işitsel deneyim sunduğunu söyleyebilirim. İzlemeden önce mendilleri hazırlamayı şart gördüğüm bu belgeseli daha da övmüyorsam sebebi şu: Ne yazık ki bize aktarılan hikâyenin çarpıtılmış, kurgulanmış olma ihtimali hiç de az değil biraz düşününce ve araştırınca. Bilmiyorum, belki ben “Kesin ip var orada!” psikolojisini atamıyorumdur, belki de bütün hikâye gerçek olamayacak kadar güzel olduğundandır.
TIME
Çaresiz insanlar çaresiz şeyler yaparlar. Bu kadar basit!
Son olarak gelelim Amerikalı eleştirmenlerin favorisi ama benim bu beşli içerisinde en burun kıvırdığım yapıma. Time, aslında anlattığı konu bakımından yüksek bir potansiyele sahip. Ne anlatıyor derseniz: Banka soyma girişiminden ötürü kocası 60 yıl hapse çarptırılan Fox Rich isimli bir kadının 6 çocuğuyla bekleyişinin, hayata tutunuşunun ve bu ağır ceza karşısındaki hukuki mücadelesinin öyküsü. Filmde kullanılan görüntüleri de bir gün kocası hapisten çıkınca onsuz geçen yılları, çocukların büyüyüşünü kocasına izletebilmek için kameraya almış zaten. Burası benim mi kötü niyetimdir, olayın gerektirdiği cezanın karşılığı nedir bilmiyorum ama şahsen “Acaba banka soymaya da çalışmasa mıydınız?” demeden edemedim izlerken. Asıl sıkıntım bu da değil. Parmak basabileceği çok konu varken hiçbirini doğru düzgün anlatmıyor Time: Ne çocukların yaşadığı sıkıntıları, ne suça iten faktörleri, ne de cezai süreci. Sadece durmak bilmeyen vaazlar; klasik müzik üzerine siyah-beyaz, melodramatik sahneler… Yine de bütün bu olumsuz tarafların yanında, zamana yenik düşmeyen bir aşk hikâyesi olarak başarılı denilebilir.