Üniversitemizin önemli öğrenci topluluklarından Bilkent Medeniyet Topluluğu, Kobane ile ilgili bir bildiri yayınladı. Bu bildiriyi GazeteBilkent Kampüs Birimi olarak siz değerli okurlarımızla aynen paylaşıyoruz.
[box_dark]BİLKENT MEDENİYET TOPLULUĞU – AYN EL ARAB / KOBANE BİLDİRİSİDİR[/box_dark]
İnsanlık bünyesinde bulunan her topluluğunun ve ferdin etrafına olan ilgisinin medya aracılığıyla ve ağırlıklı olarak görselle zihinleri şekillendirmek için kullanıldığı 20. asrın ikinci yarısından bu güne geçirilen zaman diliminde, dünyada medyanın hâkimiyetini elinde bulunduranların insanlık bilincini azami biçimde şekillendirme gayretlerinin başarıyla yürütüldüğüne şahit olduk. Basın/yayın hâkimiyeti vasıtasıyla zihin şekillendirme teşebbüsü ve icraatının hedefinde güdülebilir insan kitleleri ve fertleri oluşturmak olduğu aşikârdır. Tabiatıyla istenilen kıvamdaki zihinlerin teşekkülü için ihtiyaç duyulan medyatik malzeme ve görselin üretilmesi de vazgeçilmez bir ara-eylem olarak var oluyor. Sovyetlerin dağılması sonrasında dünyada hâkim sistem ve medeniyetin entelektüel silahşorlarının kendilerine ve dolayısıyla “evrensel medeniyet” ve onun “evrensel değer ve modellerine (demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi) ” muhtemel yeni tehlike olarak İslam’ı işaret etmeleri, küresel medeniyetin bertaraf etmek istediği asıl düşmanını itiraf etmesi ve onu yok etmek için harekete geçmesiyle neticelendi. Vaziyet böyleyken bahsedilen zihin şekillendirme politikası İslam’ın bir terörizm ve vahşet dini olduğu iddiasıyla uygulamaya konuldu. Bunun için çok uygun malzemeler olarak ortaya konulan El- Kaide eylemleri Amerikan ve batı siyasetinin hainliğini ve riyakârlığını meşrulaştırıcı nitelikte olup yakın coğrafyamızda sınırların yeniden belirlenmesinde bu taraflarının zaten güçlü bulunan nüfuzlarının artırılmasına imkân verdi.
Bugün aynı hedefe matuf siyasi projelerin gerçekleştirilmesi için kullanılan malzemenin IŞİD olduğunu görüyoruz. Elimizde bu örgütün tamamen uluslararası güç odakları tarafından kullanılan bir kukla olduğunu söylememize imkân veren bir bilgi olmasa da mezkûr gayelerin icra edilmesi için bu örgütün bir malzeme olarak kullanıldığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. İsmini Irak Şam İslam Devleti olarak duyuran bu yapı İslam’a dair teröre ve vahşete dayalı bir görüntü çizmek isteyenlerin talibi oldukları bir hareket tarzına sahip olmakla beraber “cihad” ve “İslam Devleti” gibi İslamî değer ve kavramların tahribatı vesilesiyle nihai yokluğa hapsedilmesine hizmet eden adımlar atmaktadır. Şimdiye kadar örgütün yaptıklarından şu sonuç çıkıyor ki bu yapının “cihad” ve “İslam Devleti” değer ve kavramlarıyla hiçbir şekilde bağı olmamakla beraber icra ettikleri haysiyetsizlik bu değer ve kavramların kıymetinden ve hayatiyetinden bir nebze olsun eksiltmemiştir. İslam’da en temel bir ibadet ve amacının da yeryüzünde hakkın ve adaletin tesis edilmesi, fitne ve bozgunculuğun önlenilmesi, mazlum kimselerin korunması, haklının hakkının savunulması, inkârdan kaynaklanan şerrin engellenmesi, her türlü zulüm ve sömürüye set çekilmesi olduğu malumken IŞİD’in ve benzeri örgütlerin bu düzlemde nereye denk düştüğü de aşikârdır. Şerh etmek gerekirse cihadın ortadan kaldırmaya çalıştığı ne varsa bunların IŞİD ve benzeri örgütler bünyesinde mevcut bulunduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Yani içinde bulunduğu topraklarda fitne ve bozgunculuk çıkaran, farklı dini/mezhebi/etnik unsurları katledip onlara zulmeden IŞİD’in tam olarak kendisidir. IŞİD’in ortaya koyduğu hedef olarak “İslam Devleti” ve onu gerçekleştirme tarzı da zihinleri modernite tarafından iğdiş edilen insanların tahayyülatına son derece uygun düşse de aslı itibariyle “İslam Devleti” kavramının tarihi tecrübe açısından IŞİD gibi bir yapıda zerre miskal karşılığı olmadığı barizdir. “İslam Devleti”nin ne zaman ve ne şekilde tecelli ettiğine bir örnek vermek gerekirse, İstiklal Harbi neticesinde Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna bakılabilir. Tabi ki birçok kimsenin idrak etmekte güçlük çekeceğini bildiğimiz bu ifadeyi açmak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti bir İslam Devleti olarak kurulmuştur. İslam’ı ve İslam medeniyet tecrübesini bu topraklardan silmek isteyenler inkıtaa uğratmasalardı bir İslam Devleti olarak devam edecekti. Bir iddia olmaktan ziyade bir vakıaya işaret eden bu cümlenin ispatı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve 1924 Anayasasının ikinci maddesinde yatar: “Türkiye Devletinin dini dinî İslamdır: Resmi dili Türkçedir; makkarı Ankaradır”. Tahayyülattaki “İslam Devleti” ile tecrubî olan arasındaki uzaklığa işaret etmemizin bu konudaki yanılgılara engel olacağını ümit ediyoruz. Hâsılı İslam Devletinin nasıl bir şey olduğu görülmek istenirse IŞİD kurgusuna değil Türkiye Cumhuriyetinin aslî formuna bakmak icap eder.
Parmak basılması gereken bir nokta da şudur ki “harici” öz ve nitelikler taşıyan IŞİD ve tarihsel kökenlerinden ayrı olarak zamanımızda teşekkül etmiş Selefizm/Vahabizm hareketlerinin oluşmasına zemin teşkil edecek düşünce yapılarının modernite ürünü olduklarıdır. Coğrafyamızda gelişmiş bulunan düşünce tarihine bakılacak olursa bu hareketlerin nirengi noktasının modernleşmeyle cebelleştiğimiz süreç içerisinde ortaya çıkan “dinin özüne dönüş” ve “bidat ve hurafelerden kurtulma” heveslerine denk düştüğü müşahede edilecektir. Bu manada hareketlerin muharrik altyapılarının iki ürün verdiğini görüyoruz. Birincisi İslam Medeniyet tecrübesi ve geleneğinin reddedilmesi olurken ikinci olarak da Müslümanları rahatça moderniteyle ittifak halinde olmakla suçlayıp/Müslümanların rahatça tekfir edilebileceği bir düşünce konforu sunmasıdır. Arap baharı sırasında kuzey Afrika’daki selefi yapıların Osmanlı kültür mirasına tasallutları ve IŞİD’in Müslümanları tekfir etmekte hiçbir şüphe ve tereddüt göstermemesi bunun en bariz örneklerindendir. Hal böyleyken IŞİD ve Selefist/Vahabist hareketlerin modernite ile mücadeleleri “babasına silah çeken bir çocukla” teşbih edilebilir. Fakat o silahtan çıkacak kurşunun babaya değil de babasının yok etmek istediklerine isabet ettiği/edeceği ortadadır. Bunun dışında modernite ürünü olan IŞİD ve Selefizm/Vahabizm tarzı hareketlerin modern bir öz taşıdıklarının en büyük emaresi bilgiyi ve hakikati algılayış biçimlerinin modernitenin bilgiyi ve hakikati algılayış tarzıyla benzerliğidir. Modernitenin kendi tanımladığı bilgi dışında kalan varlığın ve varlık sahasının gerçekliğini yabana atarak ürettiği köşeli hakikat algısının nevzuhur bir karşılığıdır günümüz Selefist/Vahabist hareketleri ve “bugünün hariciliği” IŞİD. Modernite akledilebilir (intelligible) ve hissedilebilir(sensible) olan varlık alanıyla akledilebilir ve hissedilebilir olmayan varlık alanı arasında grisi olmayan siyah-beyazlı bir gerçeklik ayrımı yapıyor. Aynı modern metodolojik ayrımı Selefist/vahabist yahut harici bir yapılanma olan IŞİD’in haram ve helal arasında/küfür ve iman arasında (hükmü net olmayan konuların yahut mübah hükmündeki durumların ayet ve hadis tevilleri ile haram ilan edilmesiyle) yapıyor. Bunun sonucu: Müslümanları rahatça tekfir edebilme imkânı, zulmete ve vahşete uygun bir zemin, Şii unsurların coğrafya üzerindeki nüfuzunun meşruiyetinin artırılması ve IŞİD felaketine karşı sığınılması gereken bir proje olarak “Protestanlaştırılmış Ilımlı İslam”… Meselenin seyrettiği mecraın en nihayetinde “ehl-i sünnet omurga” yı zayıflatmak ve tarumar etmek olduğu görülüyor.
Tüm bu olgu ve süreçlerin ümmette ve dünyadaki yankı ve karşılıkları böyleyken Türkiye’nin durduğu yer neresidir sorusu zihinleri meşgul eden önemli sorulardan bir tanesidir. IŞİD terör örgütünün Irak ve Suriye coğrafyasının çeşitli bölgelerinde ilerlemesi ve nüfuzunu artırması bunun yanında hâkimiyet kurduğu bölgelerde insanlık haysiyetine hiç yakışmayacak derecede zulüm ve vahşet örnekleri ortaya koyması Türkiye’de siyasi otorite ve kamuoyu tarafından ciddi bir rahatsızlık ve tepkiyle karşılandı. Bölgede gelişen olaylara bakıldığı vakit meseleyle alakalı olarak ortaya konulan politikalardan devlet ve halk bazında sadece Türkiye’ninkinin insan-odaklı olduğu aşikârene görünmektedir. Dolayısıyla IŞİD’in Suriye ve Irakta belirli bölgelerde ve son olarak Ayn-el arab/Kobane’deki ilerleyişinden sorumlu tutulabilecek ve hesap sorulabilecek son siyasi aktör Türkiye’dir. Fakat Türkiye’de bazı grupların son günlerde oluşturmaya çalıştığı kargaşa ortamı birilerinin olayları dengesizce veya menfaatlerine uygun şekilde değerlendirdiğini gösteriyor.
Muhalif kanatta yer almanın getirdiği konforla ‘önce insan’ soslu hümanist nutuklar atan seküler Kürt hareketinin içine düştüğü tutarsızlık deryası bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsanı (bu hususta ‘insan’dan kastedilen ‘şey’in Batı merkezli bir okumadan türetildiğinin de altını çizmemiz gerekir) öncelediğini iddia eden ve bu yüzden her türlü milli/dini düşünceye karşı hasmane duygularla reaksiyon veren HDP’nin ve mümessili olduğu seküler Kürt hareketinin, Kobane söz konusu olduğunda kopardığı vaveylanın Türkmen ve Arap katliamları mevzu bahis olduğunda derin bir sessizlikle kendini hissettirmesi içine düştüğü tutarsızlığı göstermektedir. Ayrıca üslupları ve yaptıkları(cinayet ve yağmacılıkları) da endişelerinin insani değil siyasi emellere yorulacak endişeler olduğunu ve bu yönüyle tepki gösterdiklerini iddia ettikleri IŞİD’in uyandırdığından uzak bir intiba uyandırmadıklarını görüyoruz. Bu yüzden bahsi geçen siyasi tutumun sağlıklı olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Zira hem keskin bir Vandalizm’le meseleyi ısrarla siyaset zemininin dışına itmesi hem de bir parçası olduğu çözüm sürecini çöpe atmak pahasına, üstelik Türkiye’nin iradesi dışında gelişen bir meseleye bu dozda tepki göstermesi hasebiyle HDP’nin siyaset üretemediğinin hatta siyaseten intihar ettiğini de söylememiz yanlış olmaz.
IŞİD terörünün bu topraklarının ruhuyla olan uyumsuzluğu bir tarafa bunu bahane edip ülke illerinde yağmacılık yapanların yerelliği de son derece şüphelidir. Şüphelerin güçlenmesine ve tebarüz etmesine bu noktada en fazla destek olan vaziyetse ortaya çıkan rahatsızlığın mütedeyyin Kürtler üzerinden giderilmeye çalışılmasıdır. Bu ise Kürt kimliğinin sekülerleştirilmesi/modernleştirilmesi projesinin geldiği nihai noktadır. Yaşadığımız toprakların temel dinamiği, bu topraklarda insanlar arasındaki bağın temel dokusu ve bu topraklarla aramızdaki ünsiyetin temel motivasyonu olan “İslam”dan kopma durumunun insan-mekân ve insan-insan ilişkilerinde ortaya bir yabancılaşma çıkardığını ve çıkaracağını öngörüyoruz. Cumhuriyet Halk Fırkasının vaktiyle uygulamaya koyduğu projenin meyveleri durumunda olan Beyaz-Türkler ile PKK ve komunizm menşeli Kürt siyasi hareketinin uygulamaya koyduğu projenin meyveleri olan seküler Kürtlerin bu topraklara ve insanına olan yabancılığı bizce eşit mesabededir.
Bu hususta temas edilmesi gereken bir başka nokta da seküler cenahın genelde Baas rejimleriyle, özelde ise Esed ile yaptığı kader evliliğidir. 2013 yazında Esed’in HalkTv’de yayınlanan röportajını hatırlayalım. Kendisiyle aynı meşruiyet zeminini paylaşan bir müttefikle beraber olmanın mutluluğu ve rahatlığıyla Türkiye’nin ‘İslamcı’ iktidarına yine Türk (!) dostlarıyla beraber taarruz etmişti Esad. İşte bu sahne bize Türkiye’nin seküler muhalefetinin içinde bulunageldiği patolojik döngüyü bir kez daha göstermiştir. Birincisi, seküler cenah bölgenin ehl-i sünnet ahalisini bölgeyi karanlığa/kaosa sürükleyen temel etken olarak sunarak ‘komprador oryantalist’ rolünü Esad’la paylaştı. İkincisi ise seküler cenahın ünsiyet kurduğu asli unsurun Türkiye değil kendisiyle aynı amentüyü paylaşan, kendisinin kopyası rejimler olduğunu gösterdi. İşte tam da bu noktada seküler yapının bir başka kronik hastalığı tekrar gün yüzüne çıktı. Tohumu atıldığı günden bir rejime ve vesayete evirildiği güne kadar gerek fikri zeminde ‘yerli düşünce’yi idrak edememesi gerekse siyasi platformda Türkiye’yi değil kendisinin kopyası rejimleri öncelemesiyle burada tutunamayacak, buralı olamayacak kavramlar silsilesini kurtuluş reçetesi olarak sunduğunu muhatabına zahmet vermeyerek kendi kendine ispatladı. Bütün bunların, bölgeye ve bugünlerde yaşanmakta olan olaylara taalluk eden tarafı ise IŞİD’i meydana getiren içtimai sebeplerin esasında Türkiye sekülerleri ile aynı zihin kodlarına sahip Baas fikriyatından kaynaklanmasıdır. Zira ulus-devletçi, modern, seküler rejimlerin; rejimin mevcudiyetini diğer her şeyin üzerine koymasıyla oluşan statükocu tavrı fundamental hareketlerin doğmasında pay sahibi olmuştur. Amerikan işgali sonrası Irak ve Esad rejimlerinin temel bileşeni olan mezhebin diğer mezheplere mensup kesimleri baskılaması sonucunda oluşan tepki yine Işid gibi bir hareketin doğmasına ve güçlenmesine sebep olan ciddi etkenlerdendir.
Üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir diğer mesele de, IŞİD’in ortaya koyduğu görüntünün bölgede meşru talepleri doğrultusunda hareket eden ÖSO gibi yapıların yıpranmasına da sebep olmasıdır. Bu noktada ÖSO’nun verdiği mücadelenin hakkaniyeti ve meşruiyeti tekrar teslim edilmelidir. Bu cihetten IŞİD’in yaptıklarının hesabı Suriye’de ÖSO ve benzeri mutedil yapılardan kesilemeyeceği gibi Türkiye’de de mütedeyyin Kürtlerden kesilemez. Tersinden değerlendirecek olursak IŞİD’in ortaya koydukları ne kadar fitne amacıyla gerçekleştiriliyor ise Türkiye’de kargaşa çıkartmak isteyen yağmacıların yaptıkları da o kadar fitne peyda ediyor.
Vaziyet onu gösteriyor ki bu topraklarda huzurun ve adaletin hüküm sürmesini isteyen herkesin bunu gerçekleştirmek için itidalle hareket etmesi gerekiyor. Böylesi bir itidalin temini defaatle ifade ettiğimiz gibi ithal/yabancı yahut yabancılaşmış ruhlarla değil yerli ve mahalli olan özle olacaktır.