Kalkın, kalkın, kalkın!
Size daha yeni başlıyoruz demiştim. Hadi atlayın bisikletlerinize, çünkü bugün Amsterdam’da ikinci günümüz ve gezecek milyon tane yer var.
Ama bir dakika! Sanırım heyecandan, geçen gün söylemeyi unuttum ve küçük bir kaosa sebep oldum.Nedir bu “XXX”ler yahu diye duyumlar aldım. Efendim, Amsterdam’da, yani seks ve uyuşturucunun başkentinde her yerde “XXX” işaretleri görmeyi kimse yadırgamamışa benziyor, lakin yaptığım minik çapta araştırmaya göre Amsterdam’ın bayrağında bulunan ve bir simge haline gelmiş bu XXX’ler aslında 1. yüzyılda çarmağa gerilerek öldürülen balıkçı St. Andrew’ün anısına seçilmiş bir sembol. X’lerden birinin vebadan, birinin selden ve bir diğerinin de yangından koruduğuna inanılıyormuş. Adamların kraliyet sembolüymüş resmen.
Neyse artık daha da bir uyanık olduğunuza göre, ilk durağımız Anne Frank’in evine doğru yol alabiliriz. Biraz acele etmemiz lazım, lakin evin önündeki kuyruğu görünce küçük dilinizi yutmayasınız. Anne Frank’i tüm dünya muhtemelen “Anne Frank’in Hatıra Defteri” isimli kitaptan tanıyor olmalı. İkinci dünya savaşı sırasında ailesiyle beraber, babalarının iş yeri olarak da kullandığı bu evde Nazilerden saklanıyorlarmış. Babasının birkaç arkadaşı sayesinde, evden hiç çıkmadan hayatlarını sürdüren Frank ailesini kimin ele verdiği hala bilinmiyor. Savaşın bitmesinden bir ay önce yaşamını yitiren Anne Frank’in kitabını, kampta tüm ailesini kaybeden baba Otto Frank, kitapta da Anne’in arzuladığı gibi savaştan sonra yayınlatıyor. Kitabın ardından küçük Anne, ikinci dünya savaşının ve Yahudi kamplarının bir simgesi haline geliyor. İçeride saygısızlık olmaması ve diğer ziyaretçileri rahatsız etmemek adına fotoğraf çekmek yasak. Her an farkedilip, ölüm kamplarına götürülmemek için tetikte bir hayat süren Frank ailesi ve Anne Frank’in hatıraları savaşın insancıl yüzünü çok somut bir şekilde yansıtıyor. Birkaç düzenlemenin yapıldığı evi herkes sükunet ile geziyor. Çıkışta, Anne Frank’in Hatıra Defteri’nin yayınlandığı her ülkeden kitaplar satılıyor. Kapısındaki kuyruğun sokakları aştığı ve hiç bitmediği evi erken saatlerde ziyaret etmek en akıl kârı yol gibi görünüyor.
Şimdi hazır olun, çünkü birazdan kafayı bulmak üzeresiniz.
Amsterdam’ın simgelerinden ve şehrin tanıtılmasına büyük katkıları olan, gurur kaynağı Heineken bira fabrikasına geliyoruz şimdi. Çıkan herkes mutlu görünüyor, gezmenin bayağı uzun sürdüğü eski fabrikayı görmeye bir deneyim demek daha doğru olur sanırım, kapısında “Heineken experience” yazmasının bir sebebi olmalıydı. Eski bira fabrikasını, herkes için eğlenceli bir geziye dönüştürme fikrini çok beğendim. Eskiden bira dolu olan odalarda; Heineken’in tarihini dinledikten sonra, yavaş yavaş işin eğlenceli kısmına geliyoruz. Kocaman bir odada bir görevli bize, iyi bira nasıl olur ve nasıl içilir gibi konuları anlatıyor, sonra da herkese dağıtılan biralarla şerefe diyip, fondipliyoruz. Eğlenmeye başladınız değil mi? Komik ve ilginç Heineken reklamlarının gösterildiği bir odadan, Heineken atlarının yanına gidiyoruz. Heineken atları, günün belirli bir saatinde bira dolu bir arabayla şehri turluyor, bu geleneksellmiş bir durum ve hâlâ devam ediyor.
Atlara güle güle dedikten sonra, sıra bira olmaya geldi; doğru duydunuz, bira olma sırası bizde. Altı, dokuz gibi çeşit çeşit boyutlu sinemaları bilirsiniz. Bira olma tecrübemiz de bu çok boyutlu sinemada gerçekleşiyor. Üstümüzden köpükler dökülmeye başladığında da, gerçek bu, içime hazır oluyoruz. Burada yapabileceğiniz birçok aktivite var. Eğlenceli videolar ve fotoğraflar çekebilir, eski bira kazanlarını gezebilir, hatta DJ lik bile yapabilirsiniz. Ne alaka demeyelim; Amsterdam’a eğlenmeye geldik. Sizlere asıl bahsetmek istediğim, bira dökme sertifikası kazandığımız kısım. “Bira nasıl doldurulur?” üzerine kısa bir gösteriden sonra iki deneme şansıyla biz de barın arkasına geçiyoruz. Birayı başarılı bir şekilde dolduran sertifikasını kapıyor ve tabii kendi doldurduğu birasını da. Son çıkışa gelmeden, istediğimiz kadar bira içebileceğimiz bir oda var. Doğru duydunuz, paranızın hakkını alın. Bu odadan sonra, ziyaretçiler bir botla Heineken ürünlerinin satıldığı bir dükkana götürülüyor ve orada bedava Heineken bira bardaklarına kavuşuyorlar.
Çok mu içtiniz ne? Gelin biraz hava almak için Amsterdam’ın meşhur parkı Voldenpark’a gidelim. Hazır yolumuzun üzerindeyken birkaç müzeye de selam verelim. Voldenpark’a giden yolda Museumplein (müze alanı) bulunuyor. Burada yüzlerce turistin fotoğraf çekilebilmek için şekilden şekile girdiği “Iamsterdam” yazısı bulunuyor. Yazının tam arkasında da, görkemli Rijks Müzesi dünyaca ünlü sayısız birçok sanat eserine ev sahipliği yapıyor. Her parçayı dikkatle inceleyerek gezmeye başladığım müze bir yerden sonra sonsuz bir yol gibi görünmeye başlıyor gözüme. Museumplein’de bulunan bir diğer müze ise Van Gogh müzesi. Iamsterdam yazısında bir tutam fotoğraf için çırpındıktan sonra Vondelpark’a doğru yürümeye başlıyoruz. Daha gezip görülecek çok yer varken, her ne kadar kalmak isteseK De çok fazla zaman geçiremiyoruz güzelim Vondelpark’ta, ancak siz bisikletinizle bir tur yapmadan dönmeyin derim.
Amsterdam’da gezebileceğiniz birçok ilginç müze bulunmakta. “Torture Museum” (işkence Müzesi) ve “Tulip Museum” (Lale Müzesi) bunlardan ikisi. Açık konuşmak gerekirse, laleleriyle meşhur bir şehirde sadece lale resimlerine bakmak için bir müzeye girmenin gereksizliğini gördüm ben ve Amsterdam’ı meşhur eden ilk lalelerin Osmanlı’dan geldiğini de öğrendim. İşkence Müzesi, Lale Müzesi’nin yanında, bir tık daha ilginç olmakla beraber beklentimin altında kaldı. İyisi mi kapanmadan çiçek pazarını gezelim, belki biraz lale soğanı almak istersiniz, kanallarla çevrili şehrin bir caddesine yaslanmış çiçek pasajı rengarek bir görsel şölen çünkü.
Gezimizin sonuna gelmeden Amsterdam’da yapmadan dönemeyeceğimiz bir şey var; kanal turu. Şehirde birçok işletme kanalda bot turu yapıyor, bizde içlerinden birini- en uygununu- seçip, Amsterdam’ı bir de sulardan görüyoruz. 165 kanaldan oluşan şehirde tam olarak 1.281 köprü bulunmakta. Kanalda kıyıya demirli yüzen oteller ve evler görmekteyiz, kimileri de bir alternatif olarak deniz bisikletini tercih ediyor. Amsterdam’ın meşhur ince, uzun, rengarenk yer yer yamuk evlerini ve oralarda kimlerin yaşadığını bir de rehberimizden dinliyoruz.
İyice sona yaklaşmışken, söylenmeden geçilmeyecek birkaç konuya değinmek istiyorum. Amsterdam; seks ticareti, uyuşturucunun yasal olması, Hollanda peyniri, kanalları ve bisikletleriyle ünlü olmanın yanı sıra, belki de en çok yel değirmenleri ve lale tarlalarıyla da meşhur. Şehir merkezinden tur arabalarıyla da gidilebilen, yel değirmenlerinin ve lale tarlalarının bulunduğu bölgeyi gezmeyi her ne kadar çok istesek de; şansımıza bölge bakım altındaymış. Bu sebeple; yapılması şart diyebileceğim bu geziyi yapamadık ama siz fırsatını bulursanız bence sakın kaçırmayın.
Amsterdam’a gitme gibi bir fikriniz varsa, bu planınızı bir an önce gerçekleştirin çünkü kesinlikle pişman olmayacaksınız. Hayatınızın belki de en unutulmayacak tatillerinden birine hazır olun. Başka yolculuklarda görüşmek üzere.
Amsterdam gezi yazısının birinci bölümü için: