“Ama insan, hayatının bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünlükten hoşnut kalıyordu.”
Dünyanın yükünü çeken Mürşit’in aynası…
Neredeyse dünyaya gelişinden beri sığamadığı hayatı, tasvip etmediği kararları ve geçmişi silip atmak isteyen tavrı…
Bunların yanında sürekli yinelenen ama hiçbir şeye yetemeyen acizliği..
Babasının hastalığı sebebiyle üniversiteyi yarıda bırakıp memleketine dönmüş Mürşit o günden bu zamana dek kendisini boğan zincirlerle yaşıyor. Yılları bir an önce tükensin isteyen Mürşit inadına turp gibi sağlıklı. Bedeni ne kadar canlıysa ruhu o kadar ölü. İçini kemiren şeytanı Cumhur’un yarattığı kabusu silmeye çalışan bir enkaz o. Yatağında dört dönüp, yüzünü gözünü çıkarırcasına parçalayan Cumhur’un gölgesinde hayatını sürdüren Mürşit hayata katlanmaya çalışmaktadır.
Çocukluğunu babasının sert ve otoriter gölgesi altında geçirmiş ve zaman içinde başına gelen tatsız olaylar yaşamıştır. Bu yüzden hayata soğuk, insanlara yabancıdır. Yapabilirim diye düşündüğü evliliği, babasının omzuna yıktığı oteli, hepsi onun boğucu çemberinin bir parçası. Ne yanında ses çıkarmadan çalışan Kibar’a benziyor, ne de mahalledeki esnaflara.
Mürşit hayatı boyunca benimseyemediği baba yadigarı otele sıkışıp kalmış bir halde hayatını sürdürüyor. Babasının zamanında şehrin önemli otellerinden biri olan bu otel şimdi Mürşit gibi bir enkaz. Mürşit’in uçurumuna götürdüğü bir enkaz… Aile hayatının getirdiği hiçbir sorumluluğu üstlenmeyen Mürşit bir yandan babasının düşündüğü ve istediği gibi hayırlı bir evlat, onun istemediği gibi bağımlı ve kapasitesini sadece bu şehre, bu otele harcayan oğlu Özgür ve ondan hiçbir beklentisi kalmamış karısı Şükran. Aynı ev içinde Mürşit’e tahammül etmeye çalışan anne ve oğul. Birkaç yıl önce evlenen kızı Elvan ve onun kocası, hepsi onun o kadar uzağındalar ki. Onlar için Mürşit yok, onlar için Mürşit hiç.
Mürşit yalnızlığı ve bıkkınlığını gece yarıları otelde rakı bardaklarında unutmaya çalışırken kendisinden daha genç bir mühendisle rastlaşır. Şehrin en iyi otelinde kalmak yerine Mürşitler’in enkaz otelini tercih eden maden mühendisi Uzay. İddali ailelerin koyduğu isimlere sahip çocuklardan. Mürşit nasıl bir yalnızlık ve yabancılaşma yaşıyorsa madenci de aynı şeyleri yaşıyor belli. Hali, tavrı, bedenini kaldıramaması, bu dünyaya sığamayışı hep bundan sebep. Dünyayı sırtladıkları dertlerini gözlerinde taşıyan bu iki adam kimseye itiraf edemedikleri cehennemleri birbirlerine akıtıyorlar zamanla..
Ayfer Tunç’un bu yılın ocak ayında raflarda yerini alan son romanı “Dünya Ağrısı” iki yalnız ve yorgun adamın dostluğunu anlatırken Türkiye’nin acı dolu yakın tarihine dair kesitler sunuyor. Çok konuşmayan ama konuşmadan da anlaşan bu iki adamın acı tarihlerine dair hikayeleri uzanıyor gözünüzün önüne. Hem siyasi hem sosyal eleştirinin bol bol olduğu romanı okurken yüreğinize taşlar oturuyor. Söylenilen kelimeler kalbinize batıyor. Elinizden bırakabileceğiniz bir roman değil. Mürşit ve madencinin dayanılmaz yalnızlığında, vicdanı, öfkeyi ve umursamazlığı görüp suyun dibinden nefesinizi tutarak çıkmaya çalışıyorsunuz. Ülkenin acı tarihi azalmak yerine her gün daha çok artarken kalbimizin sesini, içinde atan vicdanı duyabilmek için Dünya Ağrısı tam yerinde bir seçim…
Kalplerimizde biriktirdiğimiz tüm ağrılara ithafen, keyifli okumalar dilerim.