Doğu’nun ve Batı’nın orta yerinde
sıkışmış bahtsızlara ithafen,
Benim adım Ozan.
Doğduğum ve büyüdüğüm, hatta her bir karışını her gece rüyalarımda gördüğüm, ırmakları gürül gürül akan, bozkırları sarı sarı tüten, dağları uğuldayan, denizleri köpüren, bin yıldır ata yurdum olan topraklardan uzakta, Felemenk diyarında, bir gece yarısı içimde birikmiş hislerle bu mektubu kaleme alıyorum. Size başıma gelenlerden bahsedeceğim.
Herkes uyuduktan, şehir sessizleştikten ve hatta gecenin çıtırtıları sonlandıktan sonra, odamdaki ufak lambayı açıp cam kenarına uzanırdım. Her gece, bulduğum bir gizli geçitle tam 426 yıl öncesine, yani doğunun ve batının hükümdarı, cennet mekân Kanuni Sultan Süleyman’ın biricik torunu III. Murad Han’ın hüküm sürdüğü zamana gidiyordum.
Kudretli sultanın, Acem savaşlarından bitap düşmüş, pazarları Venedikli kalpazanların düşük altından kestikleri beş para etmez akçeleriyle dolmuş, sokakları kocaları savaşlardan dönmeyen kadınların feryatları ve sefaletleriyle kabaran, üç bin yıldır icra edilegelen sanatları Frenklerin küstah perspektifi tarafından tahrip edilmiş ülkesinde her gece bir dostumun yanında kaldım. Anadolu’yu yurt edinmiş bu büyük sultanlık, artık eski gücünde değildi.
Kaç gece, doğunun sarsılmaz misafirperverliğiyle beni evinde ağırlayan dostum Kara ile sabahlara kadar mangalın başında ısınmaya çalışarak, onun Acem diyarında, Herat’ta, Tebriz’de, Buhara’da, Isfahan’da, doğunun gizemli topraklarında yaşadıklarını konuştuk. Bu güngörmüş adam, bana yanında kâtiplik yaptığı paşalardan, ölümle burun buruna geldiği kanlı savaşlardan, bir sultanın yanından diğerine sürüklenen nakkaşların hünerlerinden, Çin’in ve Moğol’un sırlarından, Arap çöllerinde kendilerini akıl çelen işvelerle satan aşüftelerden hiç yorulmadan bahsetti. İstanbul’dan ve sevdiği kadından tam on iki yıl uzak kalmanın onu istemsizce ittiği yalnızlığın kabuğunu anca kırabilmesi, bildiği her şeyi düzensiz bir rotayla fakat şevkle anlatmaya sevk etmişti onu. Kara’nın kapkara gözlerinde kısa bir ömre sığdırılmış acıların, tecrübelerin ve zevklerin bir özetini görüyordum.
Kara’yla tam dost olmuştuk ki, İstanbul’un büyük nakkaşlarından Zarif Efendi’nin cesedi, Beyazıt’ın arka sokaklarında bir kuyunun dibinde bulundu. Kendimi bir cinayetin içinde buldum. Her şey karın lapa lapa yağdığı bir günde başladı. Enişte Bey (kendisi Kara’nın teyzesinin eşi, âşık olduğu kadının babası ve padişahın dostuydu), Kara’yı diğer nakkaşları soruşturması için gönderdi. Bu cinayetin nakkaşlar arasında bir kıskançlıktan kaynaklandığını tahmin eden Enişte Bey’in ne kadar haklı olduğunu ilerleyen zamanlarda anladım. Katil, diğer büyük nakkaşlardan olan Zeytin, Kelebek ve Leylek’ten biriydi. Bir sanatkârın, aynı zamanda nasıl soğukkanlı bir katil olabildiğini görmek hayatta benim için büyük bir ders olmuştu. Kara önde ben arkada, İstanbul’un sokaklarında döne kıvrıla ine çıka ilerler, köpek sürülerinin savaşlarına ayrılmış ıssız sokaklardan, cinlerin beklediği yangın yerlerinden, kubbelerine meleklerin yaslanıp uyuyakaldığı camilerin avlularından, ruhlarla mırıl mırıl konuşan servi ağaçlarının yanı başından, hayaletlerin kaynaştığı karla kaplı mezarlıkların kenarlarından İstanbul’da dolaşırdık.
Vaktin muzaffer ordusunun Acem ülkesindeki savaşlardan ganimet olarak getirdiği kitapları Üstat Osman Efendiyle beraber bizzat padişahın hazinesinde inceledim. Behzat’ın, o büyük nakkaşın, eserlerinde bulduğum büyülü renkler beni Doğu’nun geniş ruh dünyasını, hayal gücünü ve Doğu insanının Rabb’lerine olan sevgilerini idrak etmeye sürükledi. Bunca zaman sonra, iki dünya arasında sıkışmış kalmış, ne istediğini bilmeyen halkımın içinde olduğu duruma bir kere daha acıma duydum. Orta Asya steplerinde, Acem dağlarında, Arap çöllerinde, Anadolu’da at koşturmuş insanların torunları olarak, içine sürüklendiğimiz yozlaşmanın bütün çirkin yüzlerini gördüm.
Acemi bir ebru sanatçısı olarak, Türk’ün klasik sanatlarının altın devrinde olmak beni her defasında ayrı mest ediyordu. Kara ile gezerken ben de sorular sordum, katil olması muhtemel nakkaşlara. Nakşın inceliklerini öğrendim, nakkaşların neden kör olmak için yanıp tutuştuğunu öğrendim, neden Frenklerin perspektif anlayışına direndiklerini öğrendim. Onlar için nakış resim değil, aklın sessizliği ve gözün musikisiydi. Onlar perspektif kullanmayarak, Allah’ı anlamayı ve ona yakınlaşmayı istiyorlardı. Gördükleri şeyi, bir köpeğin gözünden değil, Allah’ın gözünden görmeye çalışıyorlardı. Çünkü nesnelerin mesafe arttıkça küçülmesi, biz kıymetsiz mahlûkların dünyayı görme biçimiydi. Oysa, alemleri yaratan için mesafeler söz konusu bile değildi. Üstat Osman’ın, Behzat’tın sorguç iğnesiyle gözlerini kör etmesine de şahit olmuştum. İlk başta anlam veremediğim bu hareket, nakkaşların körlük aşkıyla yanıp tutuşmasının bir sonucuydu. Çünkü bir kör oldukları zamanda, dünyayı daha iyi idrak edecek, Allah’a daha da yakınlaşacaklardı. Nakkaşlar, Frenk ressamları gibi gözleriyle gördükleri alemi değil, Allah’ın gördüğü alemi resmetmeye çalışıyorlardı.
Bu gizli geçit, bu mükemmel tecrübe, Orhan Pamuk’un 1998 yılında yayınlanan deneysel romanı Benim Adım Kırmızı’ydı. Her karakterin ağzından hikayenin bir parçasının anlatıldığı roman, Orhan Pamuk’un diğer kitapları gibi yavaş bir şekilde ilerleyen fakat insanın bir türlü kopup unutamadığı bir eser. Farklı bir aleme, kısa fakat çok keyifli bir yolculuk yapmak isteyenler için, Orhan Pamuk’un sanatın yakıcılığıyla harmanlanmış bu cinayet romanı mükemmel bir tercih…
Ayşe Demirbaş
İlk çıktığına okumuştum ve çok gizemli gelmişti. Ellerine sağlık.