“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu”

İstanbul’u sevenlerden değilim ben. İstanbul sadece tarihi yarım adadan ibaret olsa sevebilirdim. İstanbul; gürültünün, harala gürelenin, egzoz dumanlarının, kornaların ve bitmez tükenmez bir trafiğin taht kurduğu bir şehir bence. Her ne kadar tarihin en kudretli imparatorluklarından ikisine başkentlik etmiş olsa da…

Bir iş görüşmesi için beni kısa bir İstanbul yolculuğu bekliyordu. Uçağı beklerken çantamdan bir kitap çıkardım:  İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Hagop Baronyan’ın yaklaşık 140 yıl önce kaleme aldığı bu eser, bir İstanbul yolculuğu için güzel bir tesadüf olmuştu. Ahmet Rasim’in, Salah Birsel’in İstanbul anlatılarını okumuştum daha önce. Hoşuma gitmişler ve beni etkilemişlerdi vaktinde. Bu şehir anlatılarından anladığım bir şey oldu şu zamana kadar, o da: Değişim. Bir ön yargı mı, önsezi mi dersiniz bilmem, bu kitabı elime aldığım zaman aklımdan göreceğim değişimler geçti.

Uzun lafı kısası, kitabın bana değişimleri göstereceğini düşünüyordum. Dünkü İstanbul ile bugünkü İstanbul’un farklarını gözlerimin önüne sermesini mesela. Ya da korunmuş aynılıklar içinde değişim geçirmiş farklılıklar… Lakin kitap, bu noktada beni şaşırttı. Çünkü bilmediğim bir dünyanın kılcallarını anlatıyordu bu kitap. Ermeni bir yazarın Ermenilerin dünyasını anlattığı bu kitap, milliyet unsuru açısından bana çok farklı geldi. Aşina değilim Ermeni dünyasına. Gördüğüm değişim değildi, farklı bir dünyanın insanlarının hayatlarıydı.  Bu bakımından kitabın üzerimdeki etkisi, Ahmet Rasim’in kitapları gibi olmadı. Her ne kadar değişim odaklı olmasa da, kitap İstanbul’un eski yüzünü görmeme yetti.

Baronyan’ın bundan başka eserini okumadım. Bunda da gördüğüm bir şey varsa, diyebilirim ki, o da ironi ve alaydır. Baronyan, keskin bir gözlem yeteneğine sahip, ilginçtir ki o devirdeki bütün aydınlarda ben aynısını görüyorum. Baronyan’da aynı zamanda keskin bir eleştiri anlayışı da var, bu çok etkileyici benim nezdimde. Çünkü dobra dobra konuşmak zor zanaattır her devirde. Bu eserde ne devletlûler ne de papazlar onun dilinden kurtulabilmiş. O, toplumda gördüğü bütün çarpıklıkları onların yüzüne vurmaktan geri durmamış anlaşılan. Ardından Baronyan’ın başına gelenler ise şaşırtıcı değil: Osmanlı Sansür Bürosu…

Değişim meselesinde ilgimi çeken bir nokta, İstanbul’un lağımları. Eskiden yoğunlukla Kasımpaşa deresinden akarmış, sonraları Zeytinburnu taraflarına kaymış. Şimdilerde bu sorun başka bir yoldan hallediliyor, zannediyorum. Fakat vakti zamanında Baronyan Kasımpaşa’dan çok güzel bir örnek vermiş:

                “Bu derede sandallarla gezilebilir ama yolcular ya burunlarını kesmeli ya da burunları kesik yolcu bulunmalı.”

Bir de Beyoğlu’nun parkları var, meşhur. Şimdilerde her biri yıkılmaya uğraşılsa da ve sayıları çok az kalmış olsa da, onları Baronyan’ın mısralarında da bulabiliyoruz:

                “(Pera), cennet sayılabilecek parklarıyla ünlüdür. Bilge ağaçları var; iyiye ve kötüye. İyi ağaçlara daha çok meyve yüklenmiş; oysa kötü ağaçların üstünde ne meyve ne de yaprak bulmak mümkün.”

İstanbul iki bin yıldan fazladır ayakta. Acaba üzerinden kaç farklı insan geçti? Milyonlarca… İstanbul onlarca milletin hâkimiyeti altına girdi, devamlı el değiştirdi. Beş yüz yıldan fazla bir süredir Türklerin hakimiyetinde. Fakat her millet onun üzerinde bariz etkiler bıraktı ve her kültür ona kendi boyasından bir renk sürdü. Cenevizlilerin kuleleri, Rumların surları, sarnıçları, Ermenilerin bin bir farklı kilisesi, Türklerin camileri, sarayları, çeşmeleri… Bunlar İstanbul’u oluşturan bir bütünün nadide parçaları. Her ne kadar İstanbul’dan hazzetmesem de, İstanbul’un arkasında yatan tarih ve birikim insanı etkiliyor. Fakat İstanbul, bu saydıklarımın yanında çok değişti. Bırakın Osmanlı’nın orta devriyle şimdinin arasındaki uçurumu, Baronyan dahi İstanbul’un çok değiştiğini söylüyor. Peki, ya İstanbul değişmeseydi?

Gözlerimizi kapatıp bir hayal edelim, İstanbul; Atatürk dönemi İstanbul’u. Ne Boğaziçi köprüsü ne de FSM oldukları yerde. Ne Marmaray’ın ne de diğer yarım yamalak metro hatlarının izi yok. Boğazda yolcu vapurları gidip geliyorlar iki yaka arasında ve balıkçı tekneleri ağlarını salmışlar serin sulara… Sultanahmet, Gülhane, Eminönü eski sakinliklerini koruyor. Ne metrekareye düşen yüksek insan sayıları, ne de sayıları insan sayısından fazla olan arabaların gürültüsü. Ne kadar güzel, değil mi? Peki ya şimdi… Kesilen ormanlar, kirlenen deniz, berbat hava, korna sesleri… “Silueti bozan” ve sadece yıkımları lafta kalan gökdelenler de cabası. Şimdinin kirli şehri nerde ve nerede o devletleri kıskandıran şehir!

Soralım kendimize, hangisini seçmeliyiz diye: O eskinin doğal ve tarihi güzellikleriyle, dünya incisi olan İstanbul mu, yoksa dört bir yanı rant uğruna heder edilmiş, tarihiyle ve doğasıyla yıpranmış sözde konforlu bir yaşantı sunan bir İstanbul mu? Her değişim ve yenileşme bir bedel ister. İstanbul bu bedeli çok ağır ödüyor: Yozlaşma. İşin içindeki ironi de burada ortaya çıkıyor, tıpkı Baronyan’ın eserinde olduğu gibi, daha iyisi ve konforlusu için yenileşmeye çalışıyoruz fakat yeni eskiyi aratıyor. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak bu olsa gerek.

Az önce hayalini kurduğumuz güzel İstanbul’u geri getirmeye muktedir değilim, ben sadece değişimin içindeki ironiyi ve acı gerçeği göstermeye çalıştım. Eğer eski İstanbul’un sokaklarında soluklanmak ve başka dünyalara uzanmak istiyorsanız, aradığınız cevap İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti olacaktır.

Leave a Reply

2 comments

  1. Ayşe Demirbaş

    Güzel bir anlatım olmuş. Ellerine sağlık.

  2. Serpil Şimşek

    İstanbul’un dünü ve bugünü daha güzel anlatılamazdı. Yüreğine, kalemine sağlık Ozan’ım. Bu vesileyle O eskinin doğal ve tarihi güzellikleriyle, dünya incisi olan İstanbul’unu tercih ettiğimi belirtmek isterim. Sevgilerimle…