Sinemanın büyük üstatlarından Frank Capra’nın 1937 yapımı olan Gaib Ufuklar, orijinal adıyla “Lost Horizon,” dünyanın büyük bir yıkıma, İkinci Dünya Savaşı’na gebe olduğu yıllarda insanların bütün dertlerden, tasalardan, ölüm korkusundan, huzursuzluktan, yaşamın kaygılarından kaçabileceği bir ütopyayı hayal ediyor. O ütopya, Tibet dağları arasında gizlenmiş, mikro ikliminden dolayı kendi kendine yetebilen, insanlarının huzur, mutluluk ve keyif içinde yaşadığı Shangri-La.
Eski bir yapım olan filmin yüzde yüz sağlam kalan bir kaydı şu an bulunmuyor. 1967 yılında yapılan yenileme çalışması esnasında filmin toplamda yirmi beş dakikasının kayıp olduğu tespit edilmiş. Dünyanın dört bir yanındaki arşivlere bakılmış olsa da filmi bu kadarlık kısmı kayıp. Bilindiği kadarıyla, filmin sağlam bir kopyası hiçbir yerde yok. Fakat o kayıp yirmi beş dakikanın ses kayıtları bulunduğu için, görüntünün olmadığı kısımlarda fotoğraflar kullanılmış.
Film batı sömürgeciliğinin göbeğinde başlar. Ana kahramanımız Robert Conway, Britanya İmparatorluğu’nun diplomatıdır. Çin’in iç bölgelerinde görev yapar. Tarihsel olarak neye işaret ettiğini bilmediğimiz bir savaş, sadece bir günün içinde patlak verir. Robert Conway’e bölgede kalan “doksan beyaz”ı kurtarması emredilir. Doksan beyaz insanı kurtarmak için sayısız uçak, Asya steplerine iner, kalkar. Fakat bölgedeki on bin yerli, uçaklara alınmaz. Binmek isteyenler uçaktan zorla çıkartılırlar. Robert Conway, kurtarılması gereken herkes kurtarıldıktan sonra son uçağa biner. Şangay’a gitmesi gereken uçak, kim olduğu bilinmeyen biri tarafından kaçırılır. Macera burada başlar.
Tibet’in karlı dağlarının arasında bilinmeyen bir yere yavaş bir düşüş yapar uçağımız. Tipinin,buzun içinde öleceğini düşünen yolcular, İngilizce bilen yerliler tarafından kurtarılır. Kürklü kıyafetleri içindeki bu yerli grubu, tek sıra halinde dağları tepeleri aşarak Shangri-La’ya varır. Kurtarma operasyonu başarıyla sonuçlanmıştır. Yolculuğun bitiminde girdikleri mağaradan sonra bütün hayatları değişecektir.
Shangri-La. Kayıp cennet. Bir ütopya… Dünyamızın şimdiki halini düşünün: savaş, açlık, küresel ısınma, bencillik, aç gözlülük… Hem maddi hem de manevi olarak bir kıskaçtayız. Dünyamız çürümüş. Biz insanlar, daha ne amaçla şu dünyada bulunduğumuzu bilmiyoruz. Birbirimizin farklılıklarına saygı duymuyor, aslında basit bir şekilde çözebileceğimiz meselelerden ötürü kan döküyoruz. Dünyanın bize sunduğu kaynakları verimli kullanmıyoruz. Dünyanın “fabrika” ayarlarıyla oynuyoruz.
Şehirlerimiz adeta birer kanser hücresine dönüyor, dünyada birçok ada ülkesi sular altında kalmakla yüz yüze, Afrika’daki kuraklıkların şiddeti gittikçe artıyor. Dünyadaki bütün sıkıntılar, bütün problemler insanların birbirini anlamak istememesinden ve birbirine saygı duyamamasından ortaya çıkıyor. Sadece Hindistan’ın tarım alanlarının bütün dünyayı beslemeye yetecek kadar verimli kullanılabilmesi söz konusuyken, Hindistan gibi devasa bir ülkenin insanlarının üçte biri açlık sınırının altında yaşıyor. Kim bu sıkıntısı bitmeyen dünyadan sıyrılıp derdin tasanın olmadığı bir dünyaya sığınmak istemez ki?
İşte Shangri-La hepimizin hayalini kurduğu o huzurlu dünya. İnsanın insana kulluğu yok. İnsanın insana dayattığı bir düzen yok. İnsanı yiyip bitiren dertler yok. Filmin bir yerinde, Shangri-La’nın büyüklerinden biri Conway’e şunu sorar: “Sizin dünyanızda acaba kaç defa birisi ‘şunun derdinden’ öldü diye duymuşsunuzdur?” Conway cevaplar, “Çok.” İşte meselemiz de bu. Günlük hayatımızı aslında verimsiz ve faydasız şeylerin peşinde tüketiyoruz. Kendimize ayırdığımız süremiz gittikçe daralıyor. Duygu dünyamız kalıplar içine dökülüyor. Artık büyük şehirlerin gürültüsü arasında düşünmeye ve hissetmeye zaman ayıramıyoruz. Geçen okul döneminde okuduğum fakat ismini hatırlayamadığımdan ötürü yazarını burada zikredemeyeceğim bir makalede çok ilginç istatistiklerle karşılaşmıştım. Dünya üzerindeki, çalışma çağındaki bütün insanlar haftada sadece on beş saat çalışsa dünya verimli ve problemsiz bir şekilde hayatına devam edebilecekmiş. Peki, biz ne yapıyoruz? Haftada sadece kırk saat çalışsa şükreden beyaz yakalılar, gece yarılarına kadar çalışmak zorunda kalan işçiler, haftada dört ülke dolaşan “C” seviyesi yöneticiler… İşte bizi bu öldürüyor. Gereksiz bir hız ve elde etmek için canımızın çıktığı ufak hazlar.
Gaib Ufuklar, 1937’de beyaz perdeye aktarılmış bir kitap. Fakat üzerinden geçen bunca zamana direnerek hala günümüzün sıkıntılarına ışık tutuyor. Gittikçe yozlaşan ve insanlıktan uzaklaşan bir dünyaya sunulmuş ufak bir çözüm… Almak isteyene büyük dersler var bu filmde.