Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde
–Ziya Paşa–
Yazı dizimizin ilk yazısında Nurullah Ataç’ın öznelcilik döneminden bahsetmiş ve eleştiri hakkındaki görüşlerimi belirtmiştim. Bu yazımda ise Nurullah Ataç’ın ömrünün son dönemini kapsayan nesnelcilik döneminden bahsedeceğim.
Ataç 1950’den sonra yavaş yavaş öznel eleştiriye olan güvenini kaybetmiştir ve aradaki bağlar çözülmüştür. Eserlerini taradığımızda Ataç’ın, öznel eleştirinin sakıncalı yanlarını fark etmeye başladıktan sonra nesnel eleştiriye olan sert tepkisinin de yumuşamaya başladığını görürüz; fakat dediğimiz gibi bunu yiğitçe söyler, çekinmez. Hatta bu dönemde eleştiriyi sanat dairesinden defeder.
“Eleştirme bir sanat, bir eğlence değildir, bir iştir, bir meslektir.” (Neden Olamıyor, Son Havadis, 26.2.1953)
“Yavaş yavaş anladım eleştirmenin bir sanat olmadığını… Bir vakitler ben de ötekinin berikinin lakırdısına uymuş, eleştirmenin bir sanat olduğu söylemiştim. Gülüyorum şimdi.” (N. Ataç, Okuruma Mektuplar)
Geçen yazımda da demiştim. Eleştiri belli bir teknikle belli bir nesneyi yargılamaktır. Ataç da bunu fark etmiş olmalı ki şöyle der:
“Henüz nesnellik, objektiflik girmemiş bizim edebiyatımıza, düşüncelerimize. Bir nesneyi önümüze alıp bakamıyoruz, onun niteliklerini araştırmıyoruz, bellediğimiz büyük lakırdıları sıralamakla yetiniyoruz. (…) Oysaki düşünmek bir nesneye bağlanmakla başlar.” (Gene Eleştirme, Son Havadis, 19.2.1953)
Şu yazmada “Ben beğendim bunu.” tipli üslubuna da sanki kendisi cevap verir,
“Eleştirmenin bütün duygularından uzak olması gerekir. Yoksa yargılama gücünü duygular etkiler, bozar. Ama böyle de insan olmaz. E ne yapmalı eleştirmeci? Duygularını yenmesini bilmeli, kendi düşüncelerinin, yargılarının kaynaklarını araştırmalı. Hangisinin duygular etkisinde olduğunu bulmasını bilmeli. Bu da kolay bir şey değildir.” (Son Havadis, 20.7.1953)
Hatta şu dediği bizzat kendisine yönelttiği eleştiri okudur:
“Birtakım betikler övülüyor, yazarlar kutlanıyor, yazınımız adına alkışlar, iyemceler (Öztürkçe=teşekkür) sunuluyor kendilerine. Takılmalar, yermeler de oluyor. Gelgelelim inceleme, anlatma pek olmuyor. Yazar okuduğu betiği beğenmiş, duygulanmış onu okurken, ya da kendi görüşüne, kanılarına uygun bulmuş. Onu söylüyor. Anlatmıyor o betikte olanları. Oysa eleştirmen eleştirmen yazarı kutlamaz; ona alkışlar, iyemceler sunmaz. İnceler onun yapıdını, anlayıp atlatmaya çalışır.” (Seçilmiş Hikayeler Dergisi, Ekim-Kasım 1956)
“Eleştirmeci “Ben bunu beğendim, şunu beğenmedim.” diye kestirip atamaz. Bir takım sebepler gösterir, niçin beğenip beğenmediğini anlatır.” (Nurullah Ataç, Karalama Defteri)
Eleştirmek demek yargılamak demektir. Yargılama ise gerekçe göstermeden olmaz. Nurullah Ataç kanı durulup mantık çerçevesinde düşünmeye başladığı zaman bunu anladı. İşte Ataç’ın gerçekten alkışa şayan bir yönü varsa hatasını kabul etmesini bilmesidir. Bu bir edebiyatçının hatta bir insanın yapabileceği en asil davranışlardandır.
Kendisiyle aynı görüşü paylaşan Sabahattin Eyüboğlu, onun nesnel eleştiriye kaymasını kabullenemez ve aralarında tartışma bile çıkar. Ama dediğimiz gibi Ataç kendince hatasını anlamış ve nesnel eleştiride karar kılmıştır.
Öznelcilik dönenimde eleştiri ‘şahsi’ yorum olarak kabul eden Ataç, bu dönemde ise eleştirmene gerçek misyonunu hediye eder:
“Eleştirmen bir eseri yargılamak için tümüyle okumak zorundadır, atlamadan, sabırla, dikkatle okumak. O kadar ki eleştirmen, kötü kitapları bile sonuna kadar okuyacak, sıkıla sıkıla okuyacak, sıkılmasına aldırmadan okuyacak. Sizler atlayarak okuyabilirsiniz; fakat eleştirmeci bunu yapmayacak. Üstelik yalnızca eleştireceği kitabı değil, yazarın diğer eserlerini de okuyacak, birbiriyle karşılaştıracak. Böylece romancıda bir ilerleme mi var, bir durma bir gerileme mi var; onu kestirecek. Siz karşılaştırmak zorunda değilsiniz, fakat eleştirmeci karşılaştıracak onun çağın içindeki yerini belirleyecek.” (Neden Olamıyor, Son Havadis, 26.2.1953)
Galiba Nurullah Ataç’ın nesnelcilik çizgisine nasıl bir kesin dönüş yaptığını ispatlamış olduk. Fakat yetmedi derseniz şu örnek de notlarım arasında:
“(…) Tenkitçinin bir yandan da tarihçi olması gerekir, incelediği eserlere birer güzellik değeri biçmekle kalmaz, onlarda zamanın açık gizli bütün eğilimlerinin yankılarını bulmaya çalışır. Eserleri zamanla, zamanı eserlerle aydınlatır. Tenkitçi bağını sormadan üzüm yiyemeyen adamdır. Bir eserin nerede, ne zaman, hangi şartlar altında yetiştiğini öğrenmek, bu bilgiyi o eserin kendisinden çıkarmak ister.” (Nurullah Ataç, Sözden Söze)
Kendi dilinden örnekleriyle gördüğümüz üzere Ataç, çok geç de olsa, nesnel eleştirinin gerekliliğini duyuyor. Yıllarca müdavimi olduğu öznel eleştiri anlayışından sıyrılıyor. Doğrusu yine Ataç’ı eleştiriyorsun diyenler çıkacak fakat yine de Ataç’ın yeterli ölçülere kavuşmadığını söyleyebilirim; çünkü ortaya bütün ayrıtları belli bir sistem koymamış. Uygulamaya bir şeyler dökememiş. O beylik üslubu silindi sanmayın, bu sefer de “Şöyle yapın, yok olmadı böyle yap.” demeye başlıyor. Fakat yine somut şeyler koyamıyor ortaya. Hep geçiştirmelerle yetinmek işine mi geliyor ne…
Ve şunu söylemezsem haksızlık yaptığımı düşüneceğim, Ataç nesnel eleştiriyi oturtamamış. Belki de ömrü yetmemiş –ki değişimden 4 yıl sonra vefat etti.- Bilirsiniz can çıkar huy çıkmaz. Ataç öyle yetişmiş öyle yazmış. Buna ne dersek diyelim, Ataç’ı ne kadar yerersek yerelim, o bir edebiyat üstadı ve denemeciliğimizin mimarıdır. Eleştiri konusunda sadece kafa karışıklığına sebep verse de deneme konusunda kendisine şükranlarımı sunuyorum.
Mekânı cennet olsun.
Zavallı Tenkit: Nurullah Ataç’ın Evrimi Yazı Dizi’mizin ilk yazısı : http://gazetebilkent.com/2013/11/17/zavalli-tenkit-nurullah-atacin-evrimi-1/