Noktalardan Oluşan Bir Kadın… Seurat’un Les Poseuses tablosu
”Noktalardan oluşan bir kadınım ben. Geri geldi noktalarım, sonlarına kondukları bütün nefret cümleleriyle birlikte”
Yekta Kopan bu ay başında raflarda yerini alan yeni romanı Aile Çay Bahçesi’nde böyle anlatıyor Seurat’un Les Poseuses tablosundaki kadını. O kadın aslında sizsiniz, benim ve Müzeyyen. Okurken çoğu kadının kendinden izler bulacağı Müzeyyen’i ve onun noktalardan oluşan hayatını anlatıyor Kopan.
Roman, Hamlet’ten bir tiradla başlıyor. Hamlet’in Hayalet olan babasıyla konuştuğu bir sahneyle… Hayalet, Hamlete: ”Öyle şeyler anlatırdım ki sana, tek kelimesi aklını başından alır.” diyor. Bir hayaletin bile hala söyleyemediği gerçekler var. Ölülerimizi sırlarıyla gömüyoruz. Sonra onları suluyoruz. Ölülerin de susayabildiğini öğreniyoruz. Sırlarıyla susuyorlar hem de. Ama cesaret edemiyoruz işte o sırları öğrenmeye. Korkularımızın üzerine gitmeyi bir türlü beceremiyoruz. İçimizin kara olan yanını saklamak için deli gibi çırpınıyor, her güne yeni bir maske takıyoruz. Yüzleşmemiz gerektiğini bildiğimiz halde yine bir şey yapmıyoruz.
O sırların, korkuların üzerine giden bir kadından bahsediyor Yekta Kopan. O kadının adı: Müzeyyen; süslenmiş, güzelliklerle bezenmiş demek. O güzelliklerle bezeli bir kadın. Annesini çok küçükken kaybeden, babasından nefret eden, kendisinden altı yaş küçük kız kardeşini sevemeyen bir kadın. Hayattan alacaklı bir kadın… Küçük kız kardeşinin şımarıklığı ve güzelliği altında ezilmiş, babasının annesini sürekli aldatmasını izlemiş, annesinin günden güne eriyen bakışlarına tanıklık etmiş bir kadın. Hayata çoğu zaman uzaktan bakmış. Bir fanusun içindeki balık gibi görmüş kendini; bir şeyler yaşayan ama o yaşadıklarına dokunamayan. Çok şey eksilmiş Müzeyyen’den. Koca koca boşluklarla büyümüş. O boşlukların bir gün kapanacağını bildiği halde bununla yüzleşmekten kaçmış. Ama hayat bu ya, devran dönüyor. Müzeyyen de bu devranı kendi evinde o her yerinde çocukluğu olan, acıları olan o evde döndürüyor.
Babasının eşinden gelen bir telefonla bozuluyor o kendince iyi giden düzeni. Telefondaki ses: ”Baban ölüyor, Müzeyyen” diyor. Müzeyyen’nin o an aklından geçen: ”Sahi ben babamın neyiydim?” sorusu bütün zihnini kaplıyor. Öncelikle baba kelimesinin artık çürümüş bir sıfat olduğunu ve acıdan başka hiç bir anlam ifade etmediğini anlıyor. Kafasında bir sürü soruyla çıkıyor yola. Hayatında cevaplardan çok, soruların önemli olduğunu düşünüyor. Babasının ve eşinin yaşadığı, bir zamanlar yuvası olan o eve gidiyor.
”Her geçen yıl biraz daha küçülüyordu sanki. Tuğla tuğla eriyordu belki de.” diye geçiriyor içinden, artık yuvası olmayan o evi görünce. Kardeşi Çiğdem’in de geleceğini öğreniyor. İçini çocukluktan kalma o korku salıyor. Çiğdem’in şekerli sesi, güzel gülüşü, her hareketinde Müzeyyen’in yokoluşu… Babasını gördükten sonra evde daha fazla duramıyor Müzeyyen. Çocukluğunda arşınladığı yolları yeniden yürüyor yağan yağmurda. Yakılan sigaraların, boş boş iç çekmelerin, düşüncelerin onu bu girdaptan kurtarmayacağını anlıyor. Artık yüzleşme vaktinin geldiğini görüyor, ayakları geri geri gitse de o kapıyı çalıyor.
Bazen o kapıyı çalmamız gerekir sonucu ne olursa olsun. Yekta Kopan o kapıyı iyi ki çaldırmış Müzeyyen’e. Daha iyi nefes almak için… İyisi mi Müzeyyen’i merak ediyorsanız alın yanınıza çayınızı, koyun masaya; kapalı olan bütün kapılarını, söylenmemiş cümlelerini, gidilmemiş şehirlerini, yürünmemiş yollarını. Kim bilir belki siz de daha iyi bir nefes alırsınız.
Saniye kolu, zamanı öğretmiyor.
”Bak Müzeyyen,”diyor, ”Bu kısa olan saatleri gösteriyor, adı akrep. Bu uzun da dakikaları gösteriyor, o da yelkovan.”
”Niye öyle adları”? diye soruyorum.
”Öyle işte” diyor babam. Annem elimi bırakmıyor.
”Peki bunun adı ne?” diyorum parmağımın ucuyla nefes nefese koşturan ince cubuğu göstererek.
”O saniyeleri gösteriyor.”
”Onun adı yok mu?”
Kızıyor babam. Bana mı kızıyor, saniye kolunun adını bilemediği için kendine mi kızıyor, belli değil.
”Yok kızım. Saniye kolu o. Adı falan yok.”