Bugünlerde, çocukken okuduğum bir kitabın etkisindeyim. Öyle bir çocukluk ki bu, geçmek bilmiyor hiç. Küçük yaşta ölenleri düşünüyorum. Bir daha ekmek alamayacak, hep aynı yaşta kalacak küçük çocukları… Kitapların da ağlatabileceğini öğrendiğimde ben de küçük bir çocuktum, elime ”Pal Sokağı Çocukları” geçmişti. O zaman anlamıştım bir amaç uğruna direnmenin ne kadar önemli olduğunu ve ölenlerin boşuna ölmediğini. Hikayenin kahramanı, Nemeçek’e ağladığım dün gibi aklımda. Ama değişen bir şey olmadı, geçen sadece zamandı. Ve o zaman, çocukluğumdan gençliğime, yine içime akıttı gözyaşlarını…
Pal Sokağı Çocukları, Macar yazar Ferenç Molnar’ın 1906 yılında yazdığı bir ”Direniş Öyküsü.” Hikaye, kırmızı gömlekli zengin çocukların, kendilerine Pal Sokağı adını verdikleri yeşil bereli fakir çocukların oyun alanı dedikleri, arsayı almak istemesiyle başlar. Arsa, Pal Sokağı Çocukları için bir oyun alanından çok, bir vatan gibidir. Vatanlarını hak etmeyen insanlara bırakmayacaklarını söylerler ve bunun için savaşmayı göze alırlar.Ve bir zaman sonra bu mücadele aralarında gerçek bir savaşa dönüşür. Pal Sokağı çocuklarının içlerinde en küçük ve tek rütbesiz üyesi Er Ernö Nemeçek’tir. Hikayenin sonunda Nemeçek, kum torbalarıyla yapılan savaşta, önemli bir istihbaratı arkadaşlarına bildirmek için soğuk, buz gibi bir havuzda saklanır ve zatürreden ölür. Nemeçek’in en yakın arkadaşı, hem de grubun lideri Ernst Boka, gürbüz köylü ikizleri Conakoş kardeşler, hain Gereb ve diğer çocuklar, Nemeçek için, vatanları için yorulmadan, korkmadan savaşırlar. Ve sonunda kazanırlar, arsa tekrar onlarındır. Nemeçek’in eksikliği onları bir andan büyütmüştür. Boylarını aşan düşüncencelere ve acılara doğru sürüklenirler. Hikayenin sonunda hepsinin aklında şu düşünce vardır: ”Kimi zaman keder, kimi zaman mutluluk veren yaşam neydi?”
Küçücük çocukların düşündüklerini, biz büyükler düşünebiliyor muyuz acaba? Yaşam, küçücük bir çocuğun ellerindeydi, henüz giyilmemiş kıyafetlerinde, yenilmemiş yemeklerinde, okunmamış kitaplarında, sevilmemiş bir sevgilideydi. Şimdi ne denmelidir bilemiyorum, öyle bir yer ki durduğum zaman, bütün kelimeler anlamsız, hiçbiri anlatamıyor içlerdeki yangını. Büyük aklıyla hikayeyi tekrar hatırlayınca, içimdeki çocuklar isyana çıktı. Her şeyi yıkıp dökmek istiyor, bu lanet düzene içimi kusmak istiyorum. Daha fazla Nemeçek, ölmesin istiyorum. Sonra şairin dizeleri geliyor aklıma, su dökmeye çalışıyor alev alev yanan içime. ”Elbet bir bildiği var bu çocukların, kolay değil öyle genç ölmek.” İnanalım mı şaire? Haydi gelin inanalım, ölülerimizin matemini tutmaya devam ederken, bir yanda da onlar gibi uğruna inandığımız şeyler için savaşalım. Yoksa onlara layık insanlar olamayız, yoksa insan olamayız.
Ekmekleri kirletmeyin efendiler! Ekmekler ki, çocuklar için kutsaldır. Hatırlar mısınız? Yere düşen ekmeği üç kere öpüp yerden yüksek bir yere koyardık. Bu sefer daha farklı bir şey yapalım, ekmeklerimizi öpüp içimize koyalım, koyalım ki hiç unutmayalım, hiç unutulmasın.
[box_dark]Kaynakça[/box_dark]
Şiir, Hasan Hüseyin Korkmazgil.
sedat
Boş bir yazı olmuş.