Behiç Ak ülkemizin en önemli çocuk edebiyatçılarından biri dersek eksik kalır; o aynı zamanda önemli bir oyun yazarı ve karikatürist. Behiç Ak’ın kitaplarıyla büyümüş bir çocuk olarak, onunla tanışmak benim için çok önemliydi. Yaratıcılığına, sevimli üslubuna olan hayranlığım içimdeki çocukla el ele tutuşup peşimde yürümüştü hep. Her akşam sütümü, onun bir firma için tasarladığı kedili bardaktan içip uyurum. Büyümemek onunla daha güzel! Behiç Ak’ı Çukurova 8. Kitap Fuarı’nda yakaladım. Röportaj teklifimi kırmadı. O kadar yorgunluğun üstüne benimle ilgilendi. Ne kadar teşekkür etsem az. Hayal ettiğimden çok daha sevecendi. Utangaç çocukların peşinden gidecek kadar da samimi… Ben onu bir kez daha sevdim. Bu keyifli röportajı da sizlerle paylaşmak istedim.

10934399_10205002272149172_67572153_n

Değerli yazar Behiç Ak, Çukurova 8. Kitap Fuarı’nda.

 

GazeteBilkent: Çocuk edebiyatının temel farkları nelerdir? Çocuklar için bir şeyler yazarken nelere dikkat etmemiz gerekir?

Behiç Ak: Benim kendi kendime bulduğum bir sürü fark var. Tabii çocuk edebiyatı, bir edebiyat türü ama büyük farklar ve benzerlikler var. Ben ilk önce, 3-6 yaş arasındaki çocuklar için kitap yapmaya başladım 1980’lerde. Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı, benim ilk denemelerimden biriydi. Daha sonra; Kedi Adası, Uyurgezer Bir Fil, Rüzgarın Üzerindeki Şehir… Bu kitapların özelliği, çocuk okuma yazma bilmediği için, büyükle çocuğun ortak paydası olmaları. Yani büyüğün de hoşuna gitmesi lazım. Oysa ki çocuk kitabı yazarları, büyükleri hiç düşünmezler. O yüzden büyükler; nefret ede ede çocuklarla bir kitap paylaşırlar. Çocuk da o kitabı yüzlerce kere okur. Okumak ister yani, çünkü okuyucusu büyüktür. O yüzden onda birtakım farklı ilkeler olduğunu zamanla keşfettim. Bir tanesi; o kitaplarda çocuk ilk defa kavram, sembol, gerçek hayat ve nesneler arasında bir ilişki kuruyor. Diyelim evde bir saat var. O saatin resmini görüyor orada, kitapta. Ondan sonra bir de zaman diye bir kavram var. O yazılı olarak yazılmış. Zaman yazıyor ya da saat yazıyor. Bütün bunlar bir hikaye içinde. Aynı zamanda anne ve babasıyla bir ilişki kuruyor. Bu aslında düşüncenin ilk başlangıcı.

GazeteBilkent: 0-6 yaş çocuklarının hayalle gerçeği tam olarak birbirinden ayıramadıklarını, bu yüzden aslında yalan söylemediklerini okumuştum bir yerde. Ben çocuklar için bir şey yazmak istiyorum ama bu beni tedirgin ediyor.

Yalan söylediği aşamalar var tabii, yani altı yaşına kadar bir insan yalan söylemiyor demek doğru olmaz ama, tam olarak ayıramıyorlar. Her şeyi değiştirerek kabul ediyor çocuk, bir de onu fark etmiştim. O yüzden değiştirilebilir olması bunların, çok önemli. Bir de kitapların arkasında, iyi bir hikayenin ötesinde, şöyle birtakım amaçlara ulaşmaya çalıştım. Çok detaylı resimler, çok okunaklı resimler yaptım. Çocuk, okurken “Bu ne?” diye sorması için. Onlara tek tek isimler versin. Yani, çocuklar değiştirerek bir şeylere lakap takmak gibi ya da bir isim takmak gibi, kendini kılmak için bir şeyleri değiştirmek istiyor. O yüzden bu öykülerin değiştirilebilir olması çok güzel bir şey. Böyle hiç değiştirilemeyen, son derece statik kalıplar içinde olmamalı. O yüzden içindeki görsel ögelerin fazlalığı, değiştirilebilirliğini arttırıyor hikayenin. Ama genel olarak çocuk edebiyatı, yani çocukların okuduğu edebiyatın bence en önemli şeylerinden birisi; daha pozitif bir dünyasının olması. Büyüdükçe negatifleşiyor. Yani büyükler; hayatın çok büyük engelleriyle karşılaşıyorlar, çok negatif bir hayatları olmaya başlıyor. Sanatta da negatifliğin dozu artıyor. Ama küçük çocuklara çok negatif şeyler anlatsanız bile, bunu ona hep pozitif bir bakış açısıyla, pozitif bir söylem içinde, pozitif bir ortamda anlatmanız gerekiyor. Çünkü; bir insanın çocukluğunda pozitif duygularının hırpalanması, hayatla kurduğu aidiyet duygusunu yok ediyor. Bu da bir travmaya, suçluluk duygusuna yol açıyor. Bütün bunlara karşı, edebiyatçının çocuğu gözetmesi de gerekiyor. Bunu pozitif duygularla zevk alınabilecek bir hale getirmesi gerekiyor.

GazeteBilkent: Şu an garip bir dönemden geçiyoruz. Çocuklar da bunları bir yerlerden duyuyor, görüyor ve yaşıyor. Kitaplar çocukları bu tür olayların etkilerinden koruyabilir mi?

Hayır, onları korumak anlamında demiyorum. Tabi ki onları koruyamaz da. Şöyle bir şey var. Bir insanın moral dünyasının sarsılması, çok küçük yaşta asla onarılamayacak bir şeye yol açıyor. O yüzden o şeyin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela Kaşağı Ömer Seyfettin’in; hep verilen bir örnektir. İyi bir edebiyat eseri olabilir. Ama çok küçük yaşta bir çocuğa onu okuduğunuz zaman… İşte öyküde çocuk yalan söylediği için, kardeşi ölüyor mesela; korkunç bir şey. Nasıl bir suçluluk duygusudur… Bu suçluluk duygusunu, küçük yaştaki bir çocuğa yüklediğiniz zaman onu eğittiğini zanneden bir anlayış var, ki bu çocuk edebiyatının belli kesimlerinde, özellikle dini çevrelerin kullandığı şeyler ve çok yaygın. Çocuğu yalandan korumak için, “Bak yalan söylersen, bu başına gelir.” demek, felaketler yaratmak, çocuğun kişiliğini çok küçük yaşta ezerek onu büyük bir suçluluk duygusuyla donatmak, çocuğun gelişimine çok büyük bir sekte vurmak anlamına geliyor; yani bir insanın gelişmemesi için kırk yıl ne yapabilirim diye düşünsen, aklına gelmeyecek bir şeyi uygulamak anlamına geliyor. O yüzden çocuklara özgürlük duygusunu vermek gerek.

GazeteBilkent: Oyunlarınız, çocuk kitaplarınızdan çok farklı. Mesela Tek Kişilik Şehir’de yalnızlaşma, yabancılaşma gibi konular işliyordu. Çocuk kitaplarınız ise, dediğiniz gibi pozitif.

Bu; aslında bir şeyi ortaya çıkarmak için yapılan bir şey. Yalnızlaşmayı bir bireysellik olarak sunan bir anlayış oldu. Aslında, bir kişinin kendisinin yalnızlığı seçmesi, bir toplumda ve bir şehirde insanların yalnızlaşmak zorunda kalmasından çok farklı bir şey. Yani insanların kendisini meşrulaştırması için; ‘Ya ben yalnızlıktan hoşlanıyorum.’ demesi farklı bir durum. Eğer bir şehrin yüzde ellisi yalnız başına yaşıyorsa bu aslında sağlıksız bir şey. Giderek artan bir durumsa bunun sorgulanması gerekir. Aslında benim Paris’te gözlemlediğim bir şeydi bu. Paris’te Lüksemburg Parkı’nda tek kişilik banklar var, yere raptedilmiş sandalyeler olarak. Ben bunu gördüğüm zaman çok gülmüştüm; ama Parisli bir arkadaşım hiç gülmedi. “Bu çok normal.” dedi. Çünkü Paris’in neredeyse yarısı yalnız başına yaşıyor, o yüzden çok normal karşılıyordu. Aslında yalnızlığın bu kadar sosyolojik bir model haline gelmesi, bunun aslında bireysel bir seçim olmadığını gösteriyor. Tek kişilik şehir, giderek tek başına bırakacak endüstrilerin bu kadar çok yoğunlaşması, iletişim endüstrilerinin vs. ya da birtakım pazarlama tekniklerinin bu kadar yaygınlaşıyor olması, tek başına kalmış insanların yönetilmesinin daha kolay olmasından da kaynaklanıyor. İyi bir pazar. Yalnızlık, aslında bir bireysellik değil. Bireysellik başka bir şey. Birey olmakla, yalnız olmak ayrı şeyler. Bir insan toplum içinde hep yaşayabilir; ama bireydir.

 

behiç ak

GazateBilkent: Peki, şu anda beğendiğiniz bir oyun var mı? Türk tiyatrosu garip bir yere gidiyor. Devlet Tiyatroları kapatılacak. Ne düşünüyorsunuz?

Devlet Tiyatroları’nın kapatılması, çok çok kötü bir şey. Tiyatroya vurulmuş en büyük darbe olur. Onun yanındaysa, bir sürü küçük küçük alternatif tiyatro gelişiyor. Onu da gözlemliyorum. Fakat tiyatroda alternatif lafını kullanmak, kaliteli olacak anlamına gelmiyor ne yazık ki.

GazeteBilkent: Evet. Ankara’da da özel tiyatrolar var. Bazılarının fiyatları çok yüksek. Tiyatro giderek lüksleşiyor. Halbuki Devlet Tiyatroları’ndaki bir oyuna biz okuldan çıktığımızda gidebiliyoruz.

Tabii, zaten şöyle bir şey var. Benim Almanya’da da oyunlarım oynandı. Alman Tiyatroları’nda,gelirin yüzde 12’si gişeden kazanılıyor. Geri kalanını devlet veriyor. Şimdi, şöyle bir şey düşün. Tiyatro şehir kültürüne ait bir şey; sinema gibi değil. Sinema şehir kültürüne ait değil, evinde de seyredebiliyorsun; ama internetten tiyatro izleyemezsin. İzlersen o bir tiyatro olmaz. Tiyatronun özelliği; replikasının yapılamaması. O anda izliyor olabilmek. Tiyatroyu filme aldığın zaman, o izlediğin artık tiyatro olmaz. Gerçekten orada olman lazım senin. Yani tiyatronun ilkel bir yapıya mahkum olması, onun aslında gelişmiş ve asla yok olmayacak özelliği. Bence, onu sanat yapan şeylerin en başında geleni de bu; yani replikasının olamaması.

Burada küçücük bir ara veriyoruz. Küçük dostumuz Defne kitabını imzalatmak için geliyor.

Tatlı bir diyalog:

Behiç Ak: Kime imzalayacağız bunu? (Küçük bir değişiklik oldu ses tonunda.)

Defne: Bana.

Behiç Ak: Bana?

Defne: Defne.

Behiç Ak: Bunu da mı Defne’ye? Hepsini imzalamamı mı istiyorsun? Bir tane imzasız kitabın olsun istemez misin? Ama daha orijinal. Hadi bakalım Defne buyur. Çok memnun oldum.

Nerede kalmıştık?

Yani, tiyatro şehir kültürüne ait bir şey. O yüzden; mesela nasıl yol, su, elektrik, kanalizasyon neyse bir sürü hizmetler kamusalsa, tiyatro da aslında en çok kamusal olan sanatlardan bir tanesi. Zorunlu olarak bizlerden vergi alan devletin, özel ya da devlete veya belediyeye ait tiyatrolara çok ciddi bir şekilde yatırım yapmayı gerekiyor. Yoksa, şehirler anlamını kaybediyor. Şehirler birer alışveriş merkezlerine dönüşüyor. Bu anlamsızlaşma zaten; manasını kaybetme. Günümüzün en büyük problemi: her şeyin manasını kaybetmesi.

GazeteBilkent: Şu an yeterince oyun, kitap üretiliyor mu sizce? Ya da özgün üretim yapılıyor mu?

Onu değerlendiremem. Ne edebiyatı o kadar takip ettiğim gibi bir iddiam olabilir; ne de tiyatroyu. Zaten; sayı, önemli olan bir şey değil. Nitelik önemli. Yani bir kişinin çıkması, bir kişinin yazması; o niteliksel çalışma önemli. Ben tiyatro metinlerinde şuna dikkat ediyorum; hani tiyatro metninin elli yıl sonra da sahneye konulabilecek nitelikte, duyarlılıkta olmasına. Aristofanes’in M.Ö 400. yüzyılda yazdığı metinleri okuyoruz. Ben biraz o konuda tutucuyum galiba.

(Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz uğruyor. Bir heyecanlanıyorum. Ayağa kalkıyorum.

“Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz. Hemen ayağa kalktın ben de hiç böyle yapmamıştın.” (Gülüyoruz.))

GazeteBilkent: Biraz da çizim hayatınızdan bahsetmek istiyorum. Bu konuda özür dilerim ama ben sergilerinizin olduğunu bilmiyordum. Bu kadar çok yönlü olmanıza hayran kaldım. Nasıl başarıyorsunuz? Genelde herkes tek bir şeye yönel diye tavsiyelerde bulunur bana.

Sanat, insanları şaşırtmaktır zaten. Bireysel olarak insanları şaşırtmaktır. İnsanların beklediği şeyi yapmamak, beklemediğini yapmaktır. O yüzden herkes senden her şeyi yapmanı beklerken hiçbir şey yapmamaktır ve Hiçbir şey yapmaz derken bir şey yapmaktır. Sanatçı bir kalıba sığmaz. Bu bir kural değil yani; insanın farklı alanların hepsinde illa ki başarılı olacak diye bir şey yok. Ben zevk aldığım şeyleri yapıyorum ve onlar için çok çalışıyorum. Bazen kendimi çok yoruyorum. Hakikaten ben kendimden çok çekiyorum. Kendimi çok çalıştırıyorum. Sabahları beşte kalkıyorum falan ama bunu çok büyük bir zevkle yapıyorum. Fakat bu bir yaşam tarzı, kendini keşfetme, kendinle kurduğun ilişkiyle ilgili bir şey ama bir kural değil. Mesela bazı insanlar vardır; hayatında küçücük bir tane kitap yazar, o çok önemlidir mesela bütün insanlık tarihi açısından, başka da hiçbir şey yapmazlar. Hiçbir şey bir meziyet değil. Bir fazlalık ya da eksiklik değil. Sanatın çok farklı parametreleri var. O yüzden böyle olmak lazım demiyorum ama; bu konuda sınır tanımamak lazım. Bu konuda sınırlar yok. Yani sen edebiyatçıysan git edebiyat yap, tiyatro yazarıysan git tiyatro yaz gibi şeyler yok. Beni tiyatro yazarı olarak bir yere davet ettiklerinde cv’mi değiştiriyorum. En üste oyun yazarı yazıyorum, diğerlerini aşağıya koyuyorum. Karikatürist olarak davet ettiklerinde, karikatüristi üste koyup diğerlerini aşağıya koyuyorum. Yani; bu basit bir teknik hareket.

GazeteBilkent: Birazcık da, kendi alanımla ilgili bir şeyler sormak istiyorum. Tiyatro çevirilerinin düzgün yapıldığını düşünüyor musunuz? Ya da nasıl yapılması gerekir? Çeviri alanından baktığınızda, eserler çevrildikleri zaman tam yansıtılıyor mu? Yoksa anadili daha mı iyi?

Çok zor bir soru bu benim için. Ben tiyatro metinlerini İngilizce okuyabiliyorum; fakat o konuda çok zorlandığım oluyor. Mesela şöyle, İngiliz Tiyatrosu’nu İngiltere’de izlerken bir kaybettiğim zaman devamını getiremiyorum. Kopuyorum yani. O kadar mükemmel bir İngilizcem yok. Çok üzülüyorum her defasında gittiğim zaman, herhalde bende bir hata var diyorum. Bu sefer yakalayacağım diyorum. Oysa ki onun metnini çok rahat okuyorum. O alışkanlık tam yok herhalde. O yüzden çeviriyi nasıl yapmak lazım tam değerlendiremiyorum. Ama şu bir gerçek, kendi eserlerimin çevirisinden de biliyorum; insanlar tam olarak anlamadan oynayabiliyorlar bir oyunu. Anlamadan çevirebiliyorlar, bu çok mümkün. Metni kendi dilinde anlamak lazım önce. Çok oyuncu gördüm. Oyunlarım defalarca oynandı, hala da oynanıyor. Örneğin, Fay Hattı çok farklı ülkelerde oynandı; Belçika, Yunanistan gibi. Farklı farklı dillerde izleyebildim. Zaman zaman şeyi anlıyor insan. Oyuncu bir metni, anlamadan oynayabiliyor. Çevirmen de anlamadan çevirebiliyor; çok ilginç bir şey. Zaten problem de orada çıkıyor. Anlamadan yapan insanların yaptığı bir ortaklık var dünyada. O başka bir ülke. Metni okumak lazım, onu anlamak lazım. Metni anlamadan çevirebilirsin aslında; ama berbat bir çeviri olur. Anlamadan bir oyuncu da bunu oynar, seyirci de bunu çok beğenebilir; ama yazar o sırada kendini öldürmek ister. Zaten bu bir şeyleri anlamadan yapan insanların oluşturduğu cumhuriyetler var dünyada, bunlar arasındaki iletişim o kadar fazla ki bu insanlardan oluşuyor dünya. Anlatabildim mi? Dünyayı oluşturan insanların yüzde doksanı, bunlar zaten.Bir şeyi anlayarak çeviren, anlayarak izleyen insanların sayısı çok az. Yani, bunu kabul etmek lazım. Anlamak da şu; yazarın dünyasına yaklaşabilmek için onun derinliğine inip onu anlayabilmek. Çünkü aslında anlamak da bir yorum. Yorumlayabilmek gerekiyor ki; anlayabilesin. Farklı yorumlar arasında bir şey kurabilmek gerekiyor. Mesela, Bina oyunumla ilgili yazılan birçok yazıyı okuduğum zaman, onu hiç anlamadıklarını görüyorum. Onu sembolist bir oyun olarak algılarlar, aslında hiç alakası yoktur. Tam tersi; anti sembolist bir oyundur. Orada bir şeyleri sembolize ettiğin zaman, çok büyük tuzaklar olur oyunda. Fakat; insanlar kendi kafalarındaki kalıpları her şeye uygulamayı, anlamak zannediyorlar. Oysa ki, anlamak o değil. Yani; senin kafandaki kalıpları kıran şeyleri fark edebilmek önemli.

Leave a Reply