Pastacılığın, fotoğrafla birleştiği bir pastane ya da bir stüdyo; belki de ikisi birden:’ Ojo.’
Ojo, hayallerinin peşinden koşan bir fotoğrafçının, Canan Altıgül’ün hikayesi aynı zamanda. Bu ilham verici hikayeyi sizlerle de paylaşmak istedik. Röportajımızın ilk kısmı karşınızda, keyifli okumalar dileriz.
GazeteBilkent: Önce biraz sizi tanıyalım. Nerede doğdunuz? Nerede okudunuz? Üniversite yıllarınız ve fotoğrafla tanışma hikayenizi dinleyebilir miyiz?
Ben Canan Altıgül. Adana’da doğdum. 1984 doğumluyum. Adana’da büyüdüm, okudum. Tatiler dışında hemen hemen buradan hiç çıkmadım diyebilirim aslında. Danişment Gazi Anadolu Lisesi’nde okudum, ardından Çukurova Üniversitesi su ürünleri mühendisliğine girdim. Su ürünleri mühendisliği mezunuyum ama ben kendimi fotoğraf mezunu olarak görüyorum. Hocalarım duymasın; çünkü diplomamı kullanmıyorum fark ettiğin üzere. Biraz resimle ilgileniyordum açıkçası; ufak tefek karalamalarım falan vardı. Güzel sanatları denesem mi diye düşündüm. Sınavına girdim, hazırlanmadan tabii ki başarısız oldum. Hani öyle kafadan girilmiyormuş, onu anladım yani. Ondan sonra üniversiteye girdikten sonra, güzel sanatlar birimi vardı üniversitenin, oraya gittim. Kültür müdürlüğü diye geçer. Orada fotoğrafa merak saldım. Sonra çok hızlı bir şekilde orada kaynaştım, yönetim kurulunda buldum kendimi. Ne zaman bulduğumu hatırlamıyorum, tarihi hatırlamıyorum. Birazcık aktifseniz eğer, bizim kulüpte hemen alt kadrodan yönetime girersiniz. Çünkü aktif olan insanların iletişimde olması gerekir. Sanırım 2006’ydı. 2005’te girdim ben üniversiteye, ilk yılın ikinci dönemi fotoğraf kulübüne girdim. 3 senelik bir başkanlık deneyimim de oldu. 7 senede mezun oldum. Fotoğrafa fazlasıyla gönül verdiğim için, fakülteme uğramayı bıraktım. Çok derslerimle ilgilenmiyordum. Kulüpte geziler düzenliyorduk, aktif olarak tanıtım günlerine katılıyorduk, şenliklere katılıyorduk. Buralarda perde açıyorduk, insanlara kendimizi tanıtıyorduk. İşte kulübün ne kadar aktif ve yararlı olduğunu anlatıyorduk. Bir yandan sosyal olmak zorundasınız; çünkü insanları eğitiyorsunuz. Bir yandan sosyal olmanın kritik yanlarını gösteriyorsunuz, bir yandan da fotoğrafla ilgileniyorsunuz.
GazeteBilkent: Sadece öğrenciler miydi? Böyle arada sırada küçük atölyeler düzenleyerek eğitmenler çağırdınız mı, yoksa siz kendi kendinize mi bir şeyler yaptınız?
Bir eğitmenimiz vardı. Danışman hocamızdı aynı zamanda, şimdi görevini devretti. Sina Coşkun; diş hekimidir aynı zamanda, ayrıca Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği’nin kurucu başkanlığını da yapmıştır. Fotoğraf kulübümüzü o kurmuştur üniversitede. Onun dönemine denk geldim, ben şanslı üyelerindenim. Ondan ders aldığım için kendimi şanslı görüyorum. Onun eğitimini aldık uzunca bir dönem, o şu an kendi yardımcılarından birine bıraktı, Burak Durhasan’a. Kulüp derslerini o ilerletiyor. Dışarıdan çok konuğumuz oldu. Sina Hocam’ın da katkılarıyla tabii ki. Çünkü onun çok inanılmaz bir fotoğraf çevresi var. Onun da katkılarıyla gerçekten çok insan ağırladık. Çok insandan ders aldık, çok insanlar atölyeler yaptık. Şenlikler de çok aktif rol aldık. Hatta Altın Koza’da, 13 Kare’de aktif rol aldık uzunca süre. Hala devam ediyor mu, onu bilmiyorum. Ben çünkü Ojo’yu açtıktan sonra biraz uzak kaldım. Sina Hoca, ben mezun olup işleri devrettikten sonra bana, “Sen de Burak gibi olacaksın; fotoğrafı hiç bırakmayacaksın demişti.” (Burak Hoca da oranın ilk mezunlarındandır.) Kendi işini yapamayacaksın, fotoğraftan kopamayacaksın demişti. Gerçekten öyle oldu.
GazeteBilkent: Hala gidiyor musunuz oraya?
Bu aralar hiç uğrayamıyorum. Çünkü işletme çok yeni daha. O yüzden burayı terk edemiyorum; ama çok istiyorum. Cumartesi günleri sabah dersimiz oluyor, gidemiyorum bu aralar.
GazeteBilkent: Ben kendi kulübüm GazeteBilkent’ten örnek vereyim. Benim ilk editörüm Kübra Çalık’tı. O, hep “Kültür sanat benim çocuğum gibi, nasıl bırakacağım?” derdi. Siz, bırakırken neler hissettiniz?
Kesinlikle öyle. Ben giderken çok ağladım. Veda yemeği düzenledik; ama yani bırakamıyorsun, hala kulüpten tanıdığım insanlarla iletişimdeyim. Hala onlara kulübün durumunu soruyorum, sosyal medyadan özellikle takip ediyorum. Yani; ister istemez bir bağınız oluyor. Bir şeyler yaratıyorsunuz. İsteseniz de, istemeseniz de bir topluluğunuz var; insanlarla tanışıyorsunuz. Biz kulüp odamızı bile kendimiz boyadık. Beş metre kare bir odamız vardı. 15 arkadaş boyadık neredeyse içeriyi. Temizledik, boyadık, yerleri kapladık. Çok emeğimiz var yani orada. Bütün kültür müdürlüğünün neredeyse her duvarına fotoğraf astık. Okuldan hiçbir yardım almadan yaptık bütün bunları, gönüllülükle yaptık. Zaten kulüpler gönüllülük esasına dayanır. Kişisel gelişim anlamında çok faydaları var. Kültür müdürlüğü benim evim gibi, iş yerim gibi oldu aslında; zaten diğer hocalar dalga geçiyordu. Mesaiye geç kaldı Canan, kesin maaştan falan diye. Sabah sekiz, akşam beş oradaydım. Kapıları falan ben kilitliyordum. Beni arayan telefonla ulaşmıyordu, kültür müdürlüğüne gelip odaya bakıyordu direkt. Hala kültür müdürümüzle, Bülent Hoca’yla, görüşürüz. Ersan Hoca ile, Songül Hanım ile görüşürüm.
GazeteBilkent: Meslek olarak fotoğrafçılığa nasıl başladınız?
Ben fotoğrafı iş olarak yapmaya, bir arkadaşım vasıtasıyla başladım. Doğumuna girmemi istedi. Bu hale, çok sonradan geldi. Fotoğrafa hiç iş olarak bakmadım. Ben o zamanlar hala fakültemden bir iş yaparım diye planlıyordum. Arkadaşımın doğumuna girmemle başladı. Yapıp yapamayacağım konusunda kesin bir yargım yoktu. Yapamayacağımı düşünüyordum ama; hayatımda hiç ameliyathaneye girmemiştim. Riskli bir ortamda başladım aslında mesleğime. Başladığımda da şöyle bir şey vardı. İlk doğuma girdiğimde fark edemiyorsun. Bayılır mıyım, kan tutar mı, kaldırabilir miyim? Hatta doktor da yardımcı oldu; başın dönerse böyle yap, şöyle yap diye uyardı, temkinli davrandı. Ama çok ilginçtir ki; doğum sırasında duygular alınmış gibi oluyor ya da benim öyle oldu, sadece bebeğe odaklandım. Bebeğin çıkış anına odaklandım, bebeğin temizlenmesine vs. Annenin orada olduğunu unuttum. Makinem çok yeterli bir makine değildi. 250D ile başladım ben fotoğraf çekmeye. Hatta ilk Zenit kullandım. Bir arkadaşımın makinesiydi o da. Çok yeterli bir şey değildi ameliyathane ortamı için. Onlar başka biriyle çalışmak istemediği için, rica ettiklerinden kabul ettim. Bana çok keyif verdi o ana şahitlik etmek. Sonrasında hala karar vermemiştim, bu işi meslek olarak devam ettirip ettirmeyeceğime. Birkaç arkadaşımın daha doğumuna girdikten sonra, “Neden olmasın?”, “Neden yapmayayım ben de bu işi?” diye düşünmeye başladım açıkçası. Şu an ilk doğumuna girdiğim bebeğim 4 yaşında zaten. Doğumdan sonra, bir de düğünler başladı. Arkadaşlarımın düğünleri başladı. Bizim fotoğraflarımızı da sen çeker misin dediler. Önce sadece doğum fotoğrafı çekmeye karar verdim, ondan para kazanmayı planladım. Çünkü severek çalışıyorum orada. Çok keyifli bir an, çok garip bir an gerçekten. Dışarıdan kopuyorum. Sinirli ya da gergin olduğumda, üzgün olduğumda makinemle baş başaysam, fotoğraf çekmeye başladıysam; objektiften ne görüyorsam onu hissetmeye başlıyorum. Düşüncelerimden sıyrılıyorum. O anda da öyle oluyor. Etrafınızda bir koşuşturma var. Çünkü bir anne var, bir kesik var, kan var, bir kargaşa, steril bir ortam var. Hiçbir şey görmüyorsunuz ama; o andan itibaren sadece bebek var. Bebek doğdu, bebek gözünü açtı. Bir an, sağlıklı mı diye duruyorum. Evet sağlıklı, onu kontrol ediyorum; sanki ben müdahale edecekmişim gibi. Ama çok keyifliydi. Çok keyif alarak halen devam ediyorum.
GazeteBilkent: Photoshop öğrenme süreci nasıl oldu?
Erkek arkadaşımın çok büyük yardımı oldu. Gece gündüz Youtube videoları izleyerek, photoshopu nasıl kullanabileceğimizi araştırarak çok zaman harcadık. İllüstatör öğrenme durumumuz da öyle oldu bizim. İhityacımız olunca izleyip öğrenmeye başladık. Bir eğitim almadık, kursa gitmedik. Photoshop şöyle bir durum, kurcalamadan öğrenemiyorsunuz. Ders alarak sadece temel eğitimini alıyorsunuz. Fotoğrafta da öyle.