Türkçeye “ikonakırıcılık” olarak çevirilen iconoclasm kelimesi, Yunanca “resim” anlamına gelen eikōn ile yine aynı dilde “kırmak” manasına gelen klan kelimesinin bir araya getirilmesiyle türetilmiştir. Kelimenin farklı kontekslerde farklı kullanım alanları vardır. Her ne kadar “ikona kırıcı” anlamına gelen iconoclast tabiri birincil olarak yerleşik fikir, düzen veya inanışları eleştiren veya ihlal eden kişileri veya kurumları tanımlamak için kullanılıyor olsa da, kelime orijin itibariyle sekizinci ve dokuzuncu yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkmış olan “ikona karşıtı” öfke dalgasına işaret etmektedir. Bu yazıda, bu öfke dalgasının hakim olduğu sıralarda meydana getirilmiş iki adet sanat eserinden bahsedeceğim. İki eser de çeşitli yönleriyle bu dönemin doğasını yansıtmaktadır.
Özellikle Ortodoks kilisesinde dini bir anlam atfedilen ikonaların dini bağlamdaki kullanımının izi dördüncü yüzyıla kadar sürülebiliyor. İlk defa 700’lerin başında ortaya çıkan “ikonakırıcılar” ise ikonalara, dolayısıyla resimlere gösterilen hürmeti bir nevi putperestlik sayarak, onlara atfedilen dini anlamları reddetmişlerdi. Bu akım 726’da Bizans imparatoru III. Leo’nun ikonakırıcı bir resmi politika benimsemesiyle zirveye ulaşmış, ilk ikonakırıcı dalga 787’ye kadar sürmüştür. İkinci dalga ise 815 ile 843 yılları arasında yaşanmış; bu periyotlar içinde imparatorluğun dört bir tarafında İsa ve Meryem gibi Hristiyanlığın önde gelen figürlerini betimleyen birçok resme ikonakırıcılık taraftarları tarafından zarar verilmiştir.
Her iki dönemin sonunda da, beklenebileceği gibi, yok edilmiş olan ikonları restore etmek için çeşitli politikalar uygulanmıştır. Birçok kilise ve manastırda birkaç defa zarara uğramış olan ikonlar, yine birkaç defa restorasyon geçirmiştir. Dolayısıyla bu dönemde inşa edilmiş olan -ve haliyle ikon içermeyen- çeşitli yapılar da sonraki dönemlerde ikonlarla kaplanmıştır. Örneğin ikonakırıcı furya sırasında inşa edilmiş, ve bu dönemde hakim olan ikonakırıcı sanat anlayışına uygun olarak tasarlanmış olan Selanik’teki Ayasofya kilisesinin ön yarı kubbesinde yer alan dev haç işlemesi, ileriki yıllarda yerini kucağında İsa peygamberi taşıyan Meryem Ana figürüne bırakmıştır. Bu kapsamlı restorasyonlar neticesinde günümüzde ikonakırıcı dönemdeki sanat anlayışını ifade edebilecek fazla miktarda örnek mevcut değildir. Fakat restorasyonlardan bir şekilde nasibini almamış iki belirgin örnek var ki, bu örnekler bu yazının konusunu oluşturuyor.
İki örnek de İstanbul’dan. İlki, son yıllarda benzersiz akustiği nedeniyle kullanışlı bir konser alanı olarak öne çıkmış olan Aya İrini kilisesi. Bu kilisenin “apsis” olarak da bilinen ön yarım kubbesinde kocaman bir haç bulunmaktadır. Oysa geleneksel olarak Bizans tipi kiliselerde bu bölümde yetişkin bir İsa veya kucağında İsa’yı tutmakta olan Meryem Ana figürü yerleştirilmekteydi. Daha önce orada yer alan bir ikonanın üstü kapatılarak yerleştirilmiş olduğu düşünülen bu haç, ilerleyen yıllarda -her nedense- bir ikona ile değiştirilmemiştir. Bu kilisenin, ikonakırıcı furya sırasında inşa edilmemiş olsa bile, bu döneme denk gelen ciddi bir deprem sonucu hasar görmüş olduğunu, ve depremin ardından dönemin ikonakırıcı geleneğine uyumlu bir şekilde tamir edildiğini not etmekte de fayda var. İkonaların kaldırılıp ön kubbeye koca haçın yerleştirilmesi ve mozaik ile fresk işlemelerine dayalı bir iç dekorasyona geçilmesi de işte bu tamir dönemine rastlamaktadır.
İkinci örnek ise Ayasofya’dan bir iç detay: Sekreton olarak adlandırılan toplantı salonunun girişinde, kapı üstünde yer alan mozaik duvar işlemeleri. Bu toplantı salonu, inşa edildiği tarihten itibaren Konstantinopolis’daki patrikhane merkezi olarak işlev gören Ayasofya’da istişarelerin gerçekleştirdiği bir merkez işlevini görüyordu. O zamana kadar pek rastlanmayacak derecede bir titizlikle işlenmiş olan çifte mozaik haç figürleri, bugün Bizans süsleme sanatının öncü örneklerinden biri olarak görülmektedir. İkonakırıcı dönem sanatını işleyen sanat tarihçileri -Aya İrini’deki haç figürü ile birlikte- Ayasofya’daki bu mozaik süslemeleri, sembolik ve non-figüratif sanat örnekleri sınıfında incelemektedir. Her ne kadar sembolik ve non-figüratif, yani herhangi bir doğal objeyi tasvir etmeyen resimler, ilk defa bu dönemde ortaya çıkmamış olsa da, Bizans sanatının rotasını bu periyotta etkilediği açıktır.