Son günlerde izlediğim ve çok sevdiğim filmler arasındaki benzerlikten bahsederek başlamak istiyorum yazıma. Hepsinin en çok etkilendiğim ve takdir ettiğim yönü, gerçek bir hikayeden esinlenerek oluşturulmuş olmasıydı. Hepsi de farklı farklı duygular ve deneyimler yaşattı bana, çünkü gerçeklik ile kurmacanın aynı hikaye içerisinde yarattığı bir denge vardı ortada. Hayatın gerçekliği karşısında hiçbir zaman kayıtsız kalamayan insanoğlu, o gerçeklik baz alınarak sese, söze ve görüntüye dönüştürülmüş sanat eserine de elbette kayıtsız kalamazdı. Hangi filmden bahsettiğimi mi merak ediyorsunuz? Hemen söyleyeyim; usta oyuncu Al Pacino’nun orta yaş üzeri bir rock yıldızını canlandırdığı film: Danny Collins.
Filmin, John Lennon hayranlarına bir hediye niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Lennon’ın sadece müzisyen olarak tanımlanamayacak kadar büyük bir insan olduğunu gösteriyor film izleyicilere. Yetenekli ve popüler olma yolunda ilerleyen genç bir rock yıldızı olan Danny’e, Danny’nin röportaj verdiği bir dergi aracılığıyla yazdığı o nasihat dolu ve içten mektup, mektuba telefon numarasını eklemeyi unutmaması bunun en büyük göstergesi. Mektupta yazdığı şeyler ise; sadece genç bir müzik adamına değil, tüm insanlığa bir ders niteliğinde.
Danny’nin talihsizliği işte tam da burada başlıyor. O mektup; Danny henüz genç ve yeteneğini en güzel şekilde kullanabileceği yaşta iken değil, bundan tam 40 yıl sonra geçiyor eline. Tabiİ bu süre zarfı içinde şöhret, para, alkol, uyuşturucu ve kadınlar Danny’yi çepeçevre kuşatıp onun o saf yetenekten ve şarkı yazma hevesinden sıyrılmasına neden oluyor. Sonrası ise; istemediği ve içten içe değersiz gördüğü şarkıları söyleyerek her gün daha çok battığı bataklıktan ibaret.
Menajeri 40 yıl sonra mektubu Danny’e gösterince de her şey bir anda değişiyor. Adeta hayattan büyük bir tokat yiyerek, yıllardır uyuduğu uykudan uyanıyor rock yıldızı. Tüm pişmanlıkları birer birer seriliyor gözlerinin önüne. Hayatı her zaman uçlarda yaşamış kahramanımız ani bir kararla turneleri iptal edip, yeni bir şarkı yazmaya ve yıllar önce kaderine terk ettiği oğluna ulaşmaya, daha da ileriye gidip ailenin bir parçası olmaya çalışıyor.
Yıllardır içten içe duyduğu aile ve düzenli bir yaşam özlemi belki de Lennon’ın yolladığı mektup dışında ikinci tetikleyicisi oluyor Danny’nin. Tabii, bu noktada filmin klişelere bazı kısımlarda yer verdiğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Fakir ve gururlu oğul ile onun mutlu ailesi, Danny’nin aileye ilk önce parasını kullanarak girmeye çalışması; bunun yoğun olarak hissedildiği bir bölüm. Neyse ki; fazlaca kullanılan mizah ögeleriyle film sıkıcı olmaktan uzak kalıyor.
Özünde Danny’nin iyi bir insan olduğu konusunda bütün izleyici hemfikir oluyor film ilerledikçe. İstenilenin de bu olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar Danny kendi yazdığı şarkıyı o konserde söyleme cesaretini bulamayıp bizi hayal kırıklığına uğratsa da, kısmen mutlu bir finalle biten filmin tadı damağınızda kalıyor. Bunda, Danny ile yaptığı tatlı-sert atışmalarla filme ayrı bir hava katan Mary karakterinin rolü de büyük elbet.
Son olarak; filmin gerçek bir hikayeden esinlenilerek çekilmesi konusuna dönmek istiyorum. Steve Tilson, gerçekte John Lennon’ın mektup yazdığı o şanslı kişi. Bu da, mektubun orijinal hali.