uzak şehirlerin otobüs camlarına düşen başlar gibi yorgun,
uykusuz şehir…
ve insanlar, yüzleri cama akseden,
bir silinip bir gelen anılar gibi bu gece.
uyku ile uyanıklık arasında yaslıyorlar başlarını yeniden koltuğa,
düşler düşüyor başlarına geceden,
omuzları küçülüyor,
çocukken gölgesinde oyun oynadıkları ağaçları hatırlayıp
gülümsüyorlar…
yürekleriyle söküp bambaşka şehirlerin gizli bahçelerine dikiyorlar onları sonra,
kök salıyorlar, yabancılıyor onları toprak,
meyve veriyor ağaçları,
toprağa düşüyor,
tırnaklarıyla tutundukları hayat
onları çürük birer meyve gibi akşam pazarlarından arta bırakıyor.
işte o an rüyalarında büyüyor çocuklukları,
bedenleri küçük geliyor yüreklerine,
nefesleri göğüs kafesinde sıkışmış bir kuş, kanatsız,
sığmıyorlar kendi içlerine bile,
küçük geliyor böyle yaşamak üzerlerine,
üşüyor,
uyanıyorlar.
yüzlerindeki şu uzun çizgiyi gördün mü?
işte o sıla,
gidemedikleri yolları yüzlerinde taşır gurbet çocukları,
şimdi o uzak dağlarında açan kır çiçekleri gibi doğdukları yerlerin
inceden yağan bu yağmuru gözlerindeki, tanıdın mı?
adı hasret.
ve toprağını arayan bir mülteci gibi
çıktı çıkacak atan yürekleri duyduğun,
sevgili…
neden sonra yıldızlar başımızda düdüğünü kaybetmiş gece bekçileri gibi,
bir parlayıp bir sönüyor telaş yüzlü şakakları…
yıldızlar düşüyor;
insanlar ölüyor gidilemeyen topraklarda,
herkes biliyor, kimseler söylemiyor sanki,
onca türkünün sonunda bir cenaze namazı okunuyor son kez,
derken bir seher vakti yeniden,
çiçekler açıyor…
hayat,
sonu unutulmuş eski bir türkü gibi
hangi dilde söylenirse söylensin
bir annenin gözlerine doluyor.
Başak Akgün
14 Ağustos 2012
Ankara