İğde ağaçlarının kokusunun ellerime sindiği ılık bir yaz akşamından mektuplar kalmış çekmecemde; tıpkı annemin kış için kurduğu turşular gibi şimdi anılar, güzel ve bir o kadar da ekşi yüzümde, havalar soğuyunca yaprak yaprak, kim bilir sahipleri şimdi hangi rüzgârlarda dağıldılar…
İnsanlar hep vardılar; geçip gittiğimiz kaldırımlarda asla yalnız yürümedik. İnsanlar ki, kendilerine dünya içinde bir dünya kurdular. Yüzlerine bir çizgi boyu yerleşince; uzak yollar gibi yaşamak, o çocukluk masumiyeti silindi hafızalarından belki. Ancak oynadıkları saklambacı hiçbir zaman unutmadılar. Gün o gündür ki kaçıyorlar bir akşamüzeri selam edercesine birbirine değen gölgelerinden bile.
Ben… Bazen kendimi koskoca bir ormanda omuzlarının üzerindeki evini unutmuş, kayıp bir kaplumbağa gibi hissediyorum. Yavaş yavaş, adım adım ilerleyerek arıyorum o sert kabuğu. Yağmurlu havalarda türküler yağıyor omuzlarıma, sonrası derin bir hasret, üşüyorum. Lütfen radyolarınızın sesini biraz daha kısar mısınız? Karanlık bir gecede şansa tutulmuş şarkılar gibi tutuluyor gökyüzümde ay; ışığı kısık gözlerimde aydınlık bir huzme, yüzü anılarımda hiç ölmeyen, o güler yüzlü insanlara benziyor kabuğum… Kim bilir şimdi nerede yalnızlıktan üşüyor…
Nerede kalmıştık? Kışın kapısında bir zil mesafesi uzaklığında dururken; parmağımız o kapıyı çalıp çalmamak konusunda tereddütten üşümüş. Bir yağmur damlası veyahut yaramaz bir şimşek çalıp kaçacak birazdan tüm kapıları. Sizler, gri şehrin asık yüzlü insanları, beraber yürüdüğünüz kaldırımlarda üşüyeceksiniz, kalın örülmüş atkılarınız ve yalnızlık geçirmeyen uzun paltolarınız olmalı.
Sen… Şimdi avuçlarımda kuru bir yaprak gibi rüzgârsız dökülen iğde ağacı, ellerimde bıraktığın bu koku çocukluğumun… Bilmezsin ne penceremdeki şehir o şehir, ne de etrafımdaki insanlar. Üşüyorum anlasana, kabuğum yok! Şimdi çocukluğumun tozlu pabuçlarından tertemiz bir hatıra gibi dökülürken sen, yüzüm niçin ekşidi, anladın mı?
13 Ekim 2012 / Ankara