Kadere inanıp inanmamak konusunda asırlar boyu insan topluluklarının birbirinden farklı görüşleri olmuştur. Varlığını, bundan öncesini ve bundan sonrasını bilmeye karşı olan tutkulu isteğin, farklı zamanlarda farklı şekillerde ve kendi ölçüsünde bunu bir arayışa dönüştürüp tatmin olmak için ardı arkası kesilmeyen fikirler ortaya atması da kaçınılmazdı. Bilimin salt ve eksiksiz bir düzlemde kesin sonuçlar ortaya koymak için olan çabası, birçoklarına göre anlamsız sayılıp geçerliliği olmadığı düşünülerek konuya dâhil olan metafizik ve inanç kavramı, ‘kader’ konusuna kapasiteleri ölçüsünde olabildiğince açıklık getirmeye çalıştı. Neydi peki bunu bu kadar çekici kılan şey? Devam etmek için kendisinde o gücü bulmak adına sabit bir noktanın varlığına inanmak ve her şeyin düzeleceğine dair koşulsuz bir umut beslemek mi? Rastlantıların varlığı mıydı merak konusu yoksa öz bilince ve özgür iradeye sahip olmak mı?
2014 yılında Amerika’da gösterime giren, yönetmenliğini ve yazarlığnı Darren Paul Fisher’in üstlendiği OXV: The Manual; bilim-kurgu ve gizem dalında olup, kader ve özgür iradeyi konu alan yapıtlardan bir başkası. Oyuncu kadrosunda ise Daniel Fraser, Eleanor Wyld ve Owen Pugh gibi isimler yer alıyor. Film herkesin belli bir frekansa sahip olduğu paralel evrenin kapılarını açmasıyla başlıyor. Yayınladığınız frekansın yüksekliği doğrultusunda şanslı oluyor ve doğa tarafında kabul görüyorsunuz. Frekansınız alçaldıkça çabalarınızın sonucuna ulaşmak daha da zorlaşıyor. O güne kadar ölçülmüş en yüksek frekansa sahip Marie ve ekstra anormal seviyede düşük frekans yayınlayan Zack asla bir araya gelmemesi gerek iki zıt kutup zira her karşılaşmaları doğa tarafından istenmeyen ve itilen Zack’in başına iş açıp olayları felaketle de sonuçlandırabilecek güce sahip. Frekanslarının zekâları ya da beyin fonksiyonlarıyla hiç mi hiç ilgisi yok çünkü Zack dahi olabilecek kadar zeki, tüm mesele doğru zamanda doğru yerde olup doğru kelimeleri söylemekle alâkalı. Gördüğü andan itibaren Mary’den hoşlanan ama kanunlar gereği onunla bir türlü vakit geçiremeyen Zack, dalga boylarının oluşturduğu şablonlarla frekensların değiştirilip değiştirilemeyeceğini anlamak için deneyler yapmaya koyuluyor. Diğer taraftan hiçbir zaman tren beklemeyen, asla bir şeyleri devirmeyen Mary, sahip olduğu frekans ölçüsünde yan etkilerden muzdarip çünkü hiçbir şey hissedemiyor. Hikâye ikilinin bir yandan büyürken bir yandan da deney yapmalarıyla devam ediyor, sonunda beklenen gerçekleşiyor ve Zack arkadaşı Theo ile birlikte frekansların nasıl değiştirilebileceğini buluyor.
Hayatın belirli bir kader çizgisinde ilerleyip ilerlemediğini sorgulayan film benim açımdan oldukça karışık işlenmişti. Bilimin olaya tek başına dâhil edilip diğer her şeyi devre dışı bırakmaya çalıştığı yerde olayları açıklamak için müziğin kullanılması ise ilginç olduğu gibi senaryonun yetersiz kaldığı pürüzlü yerlerden. Film gelişigüzelliğin ve hayal gücünün koordinatları belli bir haritada yer alamayacağını vurgulayarak aşk kavramını, haz ve beklentiler konusunda iğneliyor. Ötekileşme, tam potansiyeline ulaşma ve akışa müdahil olup olamamak en temel fikirleri oluşturuyor. Geleceğin tahmin edilmesi ve özgür irade başlıklarıyla ilahi dinlere ciddi boyutlarda gönderme yapan film bilimsel olarak değerlendirilemeyecek ölçüde. Sonunu pek anlayamadığımı söyleyerek filmin izlenmeye değer farklı bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Sonuç ise insan iradesinin tükendiği ve anlamlandıramadığı noktaların olup olmadığı konusundaki yorum ise elbette gene kendi irademizle karar vereceğimiz garip bir ironiden ötesi değil.