“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini yatağında bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.”
İnsanlık tarihinde yazılmış belki de en hızlı giriş cümlesinin sahibiydi Kafka. Dönüşüm’ü okuduğum ve daha sonrasında hatırladığım zaman aklımda kırmızı ışık misali yanıp söner o cümle: “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini yatağında bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Kitabı ilk elime aldığımda kapağında böcek resmi olmaması nedeniyle neyle karşılaşacağımı hiç kestirememiştim. İlk sayfayı açıp okuduğumdaysa daha önce hiç karşılaşmadığım kadar tuhaf bir anlatıyla karşı karşıyaydım. Kafka insandan kınkanatlı bir böceğe dönüşen Gregor Samsa’nın tuhaf hikayesini anlattıkça ben içten içe kızıyordum, çünkü hiçbir şey normal değildi! Sonradan fark ettim ki, zaten Dönüşüm’ü Dönüşüm yapan şey normal olmamasıymış. Kafka, normal olmayan olayları öylesine sıradan, rutin şeylermiş gibi anlatır ki okuru bir müddet sonra kendi “normallik” anlayışından şüphe etmeye başlar.
“Tuhaf” dedim Dönüşüm için, çünkü kitabı en iyi betimleyen kelime olduğunu düşünüyorum. Gregor Samsa bir sabah uyanıyor, sırtüstü dönmeye çalışırken kıpır kıpır siyah ayaklarını görüp artık bir böcek olduğunu anlıyor fakat en büyük telaşı işine geç kalmamak. Yüzüstü dönmeye çalışmasının en büyük sebebi normalde saat 4’e kurduğu alarmının onu uyandırmaması ve acilen 7 trenine yetişmeye çalışması. Ne tuhaf! Sonra ailesi onun bir böceğe dönüştüğünü fark ediyor ama üzülmüyorlar bile, sadece artık işe gidip eve para getiremediği için babası çalışmak zorunda kalıyor ve bu tüm ailenin yavaş yavaş ondan nefret etmesine neden oluyor. Bir gün annesi sinirlenip ona bir elma fırlatıyor ve siyah gövdesinin tam tepesine saplanıyor ama o elmayı bir buçuk ay kimse gövdesinden almıyor ve elma orada çürüyor. Ne tuhaf! Tüm bu tuhaf anormallikler beni düşünmeye ve sorgulamaya sevk etti. Neden bir baba oğlunu merak etmeyecek kadar sevmez? Ya da sırf farklı diye çocuğunu kabullenmez? Böceğe dönüşen bir insan neden fiziksel zorlukların haricinde hiçbir şeyi yokmuş gibi davranır? Kafka’nın istediği de okurun zihninde bu soruları uyandırmak olmalı.
Kafka’nın Dönüşüm’üyle ilgili ilginç bir anekdot da mevcut. Aslında Kafka kitabı yazarken Almanca “ungeziefer” kelimesini kullanmış, Türkçe’ye “böcek” olarak çevrilmiş. Asıl anlamı “kurban edilmeye uygun olmayan kirli hayvan” veya “haşere”dir. Yazar, Gregor Samsa’nın dönüştüğü şeyi kesin olarak ifade etmeyip etiketlememiş yalnızca dönüşümünden duyulan tiksintiyi anlatmıştır. Yayınevine 1915’te gönderdiği mektupta kapak resmi ile ilgili sıkıntılarını anlatmış “böcek” (insekt) kelimesini kullanarak “Kapakta böcek olmasın. Uzaktan bile görülmesin” demiştir. Böylelikle kahramanın neye dönüştüğünü belirtmeme isteğini ifade etmiş, fakat bu cümle aksine çevirmenlerin “böcek” kelimesini kullanmasına neden olmuştur.
Dönüşüm’ün en önemli noktalarından biri de Kafka’nın dışlanmış bireyi ve buhranlarını işlemesidir. Kafka’nın kendi hayatında da dışlanmış bir birey olması elbette Gregor Samsa’nın tuhaf hikayesini körüklemiştir. Gregor Samsa dönüştüğü güne kadar çeşitli kölelikler içinde yaşamış bir birey; işyerinde işini sevmeyen bir köle, aile içinde her söyleneni yapan bir köle. Zincirleri sınırlarında bulunduğu sürece benimsenip sevilir, fakat “dönüştüğü” zaman toplum içinde dışlanır. Mesela ailesi önceleri ümidini yitirmez, kınkanat Gregor’a hareket alanı sağlamak için odayı biraz değiştirmek gerekmektedir. Fakat anne buna karşı çıkar ve şöyle der: “Bence en iyisi, odayı eskiden nasıl idiyse aynen öyle korumaya çalışmamızdır, böylece Gregor yine aramıza döndüğünde her şeyi eskisi gibi bulur, arada olup bitenleri unutması da o ölçüde kolaylaşır.” Bir böceği asla oğulları olarak kabullenmeyip, hatta kötü davranan bu aile aslında toplumu simgeler. Toplumda aykırı bireylerin yontulmaya çalışılması gibi Gregor Samsa’nın eski haline dönmesi beklenir. Peki neden farklılıklarımızla yaşamayı tercih etmiyoruz acaba? Neden herkesi tek tipleştirip birbirine benzetiyoruz? Zenginliğimiz farklılıklarımız değil miydi bizim? Sanırım artık değil. Annesi bile evladını olduğu gibi kabul etmiyorsa bizim “yabancı”ları olduğu gibi kabullenip sevmemiz sanırım ütopik. Düşüncesi ne kadar ütopik olursa olsun, Kafka okuruna bu düşünceyle iyi bir ders veriyor. Kınkanata acırken aslında asosyal sınıf arkadaşımız Ece’ye acıyoruz, akıl hastası karşı komşumuz kimsesi kalmayan Veli Dede’ye acıyoruz, bazen de dışlanmış kendimize acıyoruz. Samsa’nın kızkardeşi ve annesine kızarken Ece’yle dalga geçen küçük şişman çilli çocuklara kızıyoruz, Veli Dede’yi terk edip giden çocuklarına kızıyoruz, ya da etrafımızdaki farklı insanları küçümseyip dışlayan kendimize kızıyoruz. Kızdığımız, acıdığımız, dışladığımız, içimize aldığımız kişiler sürekli değişse de değişmeyen bir gerçek var ki o da farklı olanı uzaklaştıran toplum var olduğu müddetçe Kafka’nın Dönüşüm’ünün gerçekliğini sürdürecektir.
Kaynakça
Kafka, F. (2015). Dönüşüm. İstanbul: Can Yayınları