İçinde büyük bir hüzünle uyanıyorsun. Ne olduğunu bilmediğin derin bir üzüntü, gerçekleşmemiş hayallerinin ve geri dönülemez pişmanlıklarının üstünde yükseliyor. Bardağındaki kahvenin kokmadığını fark ediyorsun. Parfüm şişelerini burnuna götürüyorsun ama hiçbir şey hissetmiyorsun. Denizi koklayamadan elbet yaşayabilirsin ama deniz kokusunun yokoluşuyla, ailenle yaptığın o harika tatili hatırlatan her şey sonsuza dek kayboluyor.
Türkiye’de “Yeryüzündeki Son Aşk” adıyla, 2011 yılında gösterime giren “Perfect Sense” filmi, insanların işte böyle hissetmesiyle başlıyor.
“Zombiler, nükleer patlamalar veya korkunç Nazi deneyleri olmadan da ‘felaket’ temalı film çekilebiliyormuş demek!” diyerek arkanıza yaslanıp, tüm bu keşmekeşin içerisinde birbirine tutunan iki insanın hikayesini izlemeye hazırlıyorsunuz kendinizi. Oysa “Perfect Sense” ne bir aşk filmi, ne de dünyanın sonunu anlatıyor. İnsanlığın sebebi belirsiz bir salgına kapılıp teker teker beş duyusunu kaybettiği bir zamanda geçiyor film. Her duyu, insanda başka bir duygusal tepkiyle kaybolup gidiyor. Hüzün, delice bir öfke, bastırılamaz bir açlık ve pişmanlık dalgaları tüm insanları vururken film, salgını anlamaya çalışan bir bilimadamı olan Susan ve büyük bir lokantanın şefi olan Michael’ı buluşturuyor. Elbette “Yeryüzündeki Son Aşk” deyip, filmi gerilimli bir aşk hikayesi olarak izleyebilirsiniz. Ancak filmin çok daha derin bir boyutu var. Yönetmen David Mackenzie’nin hayatımızdaki basit şeyleri – buzda alıcısını bekleyen bir balığı, bir sokak kemancısını, alelade bir tabak yemeği, yerdeki kuru bir yaprağı- ve bu basit şeylerle bağımızı kuran beş duyumuzun aslında ne kadar da hayati işlevleri olduğunu yansıtmadaki çabası ve (en azından işitme duyusu kaybedilene kadar duyabildiğimiz) isabetli müzik seçimiyle birlikte film, insanı hayatındaki her ufak güzelliği hatırlamaya zorluyor. Bir hafta grip olmaya dayanamazken insan bu salgına nasıl katlanır?
Konunun iç karartıcılığına ve izleyicisinin göğsünde yarattığı ağırlığa rağmen, çok da umutsuzluk yüklü bir film değil “Perfect Sense”. Çünkü insanlar, ilk anların paniğini ve dehşetini atlattıklarında hayatlarına devam etmenin bir yolunu hep buluyorlar. Yemekler, tatları veya kokularıyla değil, görsel güzelliği ve dilde bıraktığı hisle değerlendiriliyor örneğin. Bir de artık istediğiniz kadar pırasa ve brokoli yiyebilir, çok isterseniz sabun çiğneyebilirsiniz! İnsanlığın kısa süreli “eski yaşamlarına dönme” çabalarını hep yeni bir kayıp takip ediyor ve film, felaket temasını korurken, izleyiciyi diken üstünde tutmaya devam ediyor. Hayatınızda neler olmadan yaşayabileceğinizi tartıyorsunuz – ne gerekli, ne lüks? Onlarsız yaşamaya devam etsem de ben, ben olur muyum?
Her ihtiyacı yiyeceğe ve barınağa; her yiyeceği suya ve una, belki de bir parça yağa bağlayabilirsiniz. Gerekli dediğimiz nedir ki? Oysa unu, su ve yağla karıştırınca ne çıkar ortaya? Koklamadan, tatmadan, duymadan veya görmeden de yaşar insan. Görevler ve işler yerine getirilir, her şeyin bir yolu bulunur… Belki de birbirlerini görmeden, duymadan seven iki insan; her duyusunu kullanabilen iki aşıktan çok da farklı değildir.
Perfect Sense, izleyicisinin zihninde birçok lamba yakıyor ve sonunda da çoğunu açık bırakıyor. Alışılmış bir sonu da, herkesin üzerinde anlaşabileceği tek bir ana fikri de olmayan bu film; dehşete, hayrete ve bir düşünce denizine düşmek isteyen herkesi tatmin edebilir.
Görseller:
http://lafar88.deviantart.com/art/Perfect-Sense-Movie-Poster-319218408