İnsan denilen varlık geçmişten bu yana zaman girdabına yenik düştüğünden olsa gerek, gençlik dillere pelesenk olmuş yegane kavramlardan biridir ölümlülerin şu kısacık yolculuğunda. Anılar, yaşanmışlıklar veyahut yaşanmamışlıklar bizi hep onun kıyısına çekmeye çalışır. Kıymetini bil diye devam eden cümlelerin özne koltuğunda baş köşede oturan hep odur. Ortamlarda her yaşın bir güzelliği var naraları atılsa da insan bir başına kaldı mı hep onu arar, onu anar. İşte bu yüzden zaman girdabı dediğimiz şey biz farkında olsak da olmasak da her zaman gençliğin etrafında döner. Bu; bazen henüz gelmemiş gençliğe çabuk gel çağrısı, bazen içinde bulunduğumuz deli dolu gence sonu gelmeyen serzenişler, kimi zamansa ellerimizin arasından hiç yaşanamadan uçup giden gençliğe ağıt olarak tezahür eder. İşte tam bu noktada, bizi iki ihtiyarın yaşanmışlıklarından alıp yaşanmamışlıklarının kıyısına bırakan bir eser olarak Youth karşımıza çıkar.
İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun ikinci İngilizce filmi olma özelliği taşıyan Youth, Filmekimi’nde merakla beklenen eserlerin başında geliyordu kuşkusuz. Sorrentino’ya Oscar heykelciğini getiren Great Beauty’nin de etkisiyle filmin, sinemaseverlerin yüksek beklentilerini omuzlamak zorunda kaldığıysa su götürmez bir gerçekti. Filmi izlemeden önce aklımda filme dair tek tanım “kayıp zamana, kaçırılan fırsatlara ve kaçıp giden sevgililere bir aşk mektubu” şeklindeydi. Genel hatlarıyla Youth, kariyerini tamamlama yolunda ilerleyen besteci Fred (Micheal Caine) ile emeklilik filmi olarak adlandırdığı son filmini çekmeye çalışan yönetmen Mick (Harvey Keitel)’in, içinde bulundukları zamandan kopmadan geçmişe yaptıkları zihinsel yolculuklarda kendini var ediyor.
Film başladığında baş karakterlerin, yaşamın hafifliğiyle yaşanmamışlıkların ağırlığı arasına sıkışmış olduklarını iliklerinizde hissediyorsunuz. Filmin genel işlenişi ise Sorrentino’nun gösterişli tarzından fazlasıyla nasibini almış görünüyor. Zekice işlenmiş diyaloglar, muhteşem oyuncu kadrosu, çarpıcı kamera hareketleri ve şaşırtıcı mizah unsurları Youth’u bir bütün haline getiriyor gibi hissettirse de film boyunca bu bütünlüğe tam olarak dahil olamayan iki unsur göze çarpıyor.
Öncelikle Sorrentino’nun seyirciyi yerleştirdiği konum film boyunca çok hızlı bir şekilde değişiyor. Bir sahnede Fred’in dünyaya karşı kayıtsızlığına, Mick’in geçmişle olan çarpık ilişkisine tanık olurken birdenbire Fred’in kızı Lena (Rachel Weisz)’nın, babasına karşı içinde tuttuğu kiniyle beraber bir bıçak gibi savrulan kelimeleri arasında buluyorsunuz kendinizi. Bu yüzden filmin kurgusu bir karakterle uzun süre haşır neşir olmanıza pek izin vermiyor. Film boyunca bambaşka karakterlerin kıyılarında dolansak da iç dünyalarına pek de giremediğimizi hissediyoruz. Bu sebeple filmi izledikten sonra eğer bu bir aşk mektubuysa içindeki kelimelerin bir cümle oluşturma çabasında olduğu değil, pervasızca istediği yere yerleştiği bir aşk mektubu diye düşünmeden edemiyorum. Sorrentino’nun sizi kelimelerle işlenmiş, tutkuyla dolu bir yolcuğa davet edişine diyecek yok ama bu yolculuk koltukların numarasız olduğu, karakterlerin istediği yere oturup istediği durakta indiği, seyircininse ayakta kaldığı bir otobüs yolculuğunu andırıyor daha çok.
Filmin içindeyken her ne kadar karakterlerdeki olağanüstülüğün sinyallerini alsak da yolculuk boyunca onların aceleci işlenişinin burukluğu kalıyor içimizde. Genel tema üzerinden bakıldığında bu karakterler de yaşanmamışlıkların, içine girilememiş dünyaların bir parçası olarak görülebilir elbette. Bu sebeple bu tarz bir karakter işlenişinin bilinçli bir tercih olup olmadığını söylemek oldukça zor. Ama kesin olan bir şey varsa bu durumun genel kurgu üzerinde birtakım çukurlar açtığı. Bu çukurları başka unsurlarla doldurmaksa tabii ki Sorrentino’nun maharetine kalıyor. Bu anlamda Sorrentino gençlik ve yaşanmamışlıklar gibi sıkça işlenen kavramları, olaylar ve karakterlerden çok hisler üzerine inşa ederek hünerini gösteriyor. Bu hislerin sizi götürdüğü yer ise bariz bir şekilde belirtilmek yerine sizin yorumunuza bırakılıyor. Haliyle koltuğa Sorrentino seyircisi olarak oturduğunuzda aktif bir rol üstlenmenin ayrıcalığını ve metnin size sunduğu dönüştürme gücünü hissetmeniz işten bile olmuyor. Duygularla yüklü metnin içinde dolanırken kendinizi belki geçmişinizde kalmış bir limanda, belki zamansızlığın dört duvarı arasında veyahut zaman mefhumunun mucizeleri ve lanetleri üzerine kafa yorarken buluveriyorsunuz. Hayat penceresinden görebildikleriniz üzerine fikirler yürütüyor, yönünüzü kimi zaman geçmişe kimi zaman geleceğe çevirerek bu yaşanmamışlıkların girdabından kurtulup olaylara başka bir boyuttan bakmaya çabalıyorsunuz.
Ama film bittiğinde anlıyorsunuz ki şairin de dediği gibi “açık bir kapı değildir hayat, yaşlılar bilir. Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur.” Olur da o kapının ardına göz atma, anlam perdesini aralama arzusu düşerse içinize, vakit kaybetmeden Sorrentino sinemasına buyurun, Youth tüm derinliğiyle sizi bekliyor!