Sonsuzluğa Nokta… Hasan Ali Toptaş’ın 1993 yılında kaleme aldığı ve aynı yıl Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen bir yarışmada mansiyon ödülü kazandığı romanı. Bir trafik kazası sonucu yatağa mahkûm olmuş Bedran’ın geçmişle gelecek arasında gidip gelen, tarihsel bir sıra barındırmayan hayat hikâyesini içeriyor. Kendimizi üzmek, yanlış insanları sevmek, kalbimizin kırılmasına izin vermek, sahip olduğumuz her şeyi yitirmek ve nihayetinde ölmek için geldiğimiz bu dünyayı reddediyor Bedran. Doğduğu ve büyüdüğü kasabadan, babasından, kendi gerçekliğinden kaçıyor. Başarması zor bu kaçışı. Üzerinden hiç atamadığı geçmişinin gölgesine, yeni yeni tufanlar ekleniyor zaten gittiği her yerde.
Hasan Ali Toptaş’ın diğer pek çok romanında olduğu gibi bu romanında da yine ne anlattığından bağımsız olarak, anlatma biçiminden duyulan bir zevk söz konusu. Fikir beyanından çok, kafa karıştıran, zihin bulandıran, sorgulatan bir tarz yansıyor harflere. Ortada çıkarılacak bir ders, alınacak bir mesaj yok. Olaylar bir noktaya bağlanmıyor. Kitabın adı gibi aslında. Sonsuzluğa varan, sonsuzluğa koyulmak istenen bir nokta. Nereye kadar götüreceğiniz, nerede bitireceğiniz size kalıyor. Hikâyenin basitliği ve sadeliği, anlatıma hiç gölge düşürmeden, karışık bir zaman diliminde ve karmakarışık ilişkiler çerçevesinde, çetrefilli bir hâle evriliyor okurun zihninde. Olayların akışına fazla takılmadan, akıl etmesi çok da kolay olmayan tasvirler ve benzetmelerle hayal gücünün sınırları zorlanıyor okuyanların. Şahlanmış at sürüsüne benzeyen sehpaların, Nuh’un gemisini andıran upuzun yemek masalarının yaratması muhtemel hayret ve heyecan gibi.
Yabancılaşma, kimsesizlik, arada kalmışlık, ne gidebilmek ne de kalabilmek gerçeği… Tüm bu kavramları yollar, kamyonlar, tozlu odalar, rutubetli bodrum katları, isterik kadınlar gibi unsurlarla; bir çocuğun babasıyla, bir adamın karısıyla, bir gencin arkadaşlarıyla, yani ‘herkesin herkesle’ olan ilişkileri kapsamında dile getiriyor Hasan Ali Toptaş. Bunu yaparken, Türkçe’nin imkânlarını da sonuna dek kullanıyor. Kitap boyunca insanı deli eden, bütün ruhuna sirayet eden asıl yıkım; ne korkunç bir trafik kazası, ne yatağa mahkûmiyet, ne ölüm ne de bir cinayettir. Asıl yıkım; çağın insanının en büyük sorunu olan, bir kimliğe sahip olamamak, bir yere ait olamamak duygusudur.
İnsanlar isterlerse her şeyi, ama hemen her şeyi bir tür silaha dönüştürebilirlerdi çünkü. En çok da sevgiyi elbette… Bedran’ın karısıyla olan ilişkisinde açıkça görüyoruz bunu. Sevgiden doğan acıma duygusu kadar korkunç ne olabilir ki bir insanın bir insanla arasında? Onun adına kararlar alabilecek, hayatına dair hüküm verecek cesareti hissettiren sahte iyilikler, ‘kirlenmiş sadakalar’… İnsan, insanı eksiltir, diyordu Bedran. Neresinden bakarsak bakalım ve ne kadar inkâr edersek edelim; bütün günümüz ilişkilerinin temelinde bu gerçeklik var. Gönüllü ya da gönülsüz, farkındayken ya da farkında değilken, coşkuyla ya da hırsla, bütün ilişkilerimiz için geçerli bir alış-veriş bu. Birimiz eksilirken, diğerimizde artan bir şeyler var.
Bu yazıyı yazarken, bir taraftan kurduğum cümleler üzerine düşünme eylemini icra etmeyi sürdürüyor beynim. Şimdi de yine o çok mühim ‘acıma’ duyguma yenik düşerek, daha birkaç dakika önce ‘eksiltme’ üzerine söylediklerimden hicap duydum. Kendinle, kendi düşüncelerinle çelişme hâline bin kelimelik bir yazıda bile engel olamazken, bunu ortalama insan ömrüne yayarsak ortaya çıkacak delilikleri saymaya imkân yok. Fakat kendinle çelişmek, bir zaman söylediğine başka zaman inanmamak da hayatın bir parçası. O sebeple bu hicap duygusunu onarmak adına yalnızca birkaç söz daha söyleyip, birkaç öneri geliştirebilirim. Bu eksilme duygusu sizi esir alırsa, hayatlarındaki varlığınızın yeri doldurulamaz olduğu insanlarınızı anımsayın. Sevginizi bir silaha dönüştürmeyin. Acıma duygunuzla başlattığınız dokunuşlar, avutmalar ‘kirlenmiş sadakalar’ hâline gelmesin. Kimse sizin yüzünüzden kendinden vazgeçmesin. Kimseye hiçbir işe yaramadan, ‘yalnızca yaşıyor olduğu’nun vurgusunu yapmayın. Sizi temin ederim ki böyle bir vebali ömrünüzce kendinizde taşıyacak kadar güç yok içinizde.
Bedran’ın babası ile olan ilişkisindeki silik rolü de hayatı boyunca peşinin bırakmamış. Burada romanın Hasan Ali Toptaş’ın kendi yaşamından da izler taşıdığını görüyoruz. Yazar da bir dönem, şoförlük yapan babasının yanında muavin olarak çalışmıştır. Bedran’a gelince, o kasabada yaşadığı süre boyunca babasının gölgesini üzerinde hissediyor. Buna daha fazla dayanamayacağını anladığı noktada dışarıya atıyor kendini. Şehre gelirken büyüttüğü umutlarının yerini birer birer hayal kırıklıkları alıyor zaman içinde. Gittiği her yerde, yaptığı her işte babasının gölgesini üzerinde hissetmekten kurtulamıyor. Babasının ellerini, ağzını, kemerli burnunu görmeye devam ediyor başka yüzlerde. Kitabın sonuna doğru, bu gölge ve bunun Bedran’ın hayatında yarattığı etkiler daha açık ve korkunç bir hâl alıyor.
Gelelim kazaya… Bedran bir trafik kazası geçiriyor ve bunun sonucunda hayatına yatalak olarak devam etmek zorunda kalıyor. Etrafındaki insanlar, hatırladıkları, okuduğu dergiler, bildiği şiirler… Hepsi birer birer azalıyor, yok oluyor. Hangisi zor? Hangisi daha acı? Toprağın altındaki ölüm mü, üstündeki ölüm mü? Bir yatağa mahkûm ve bakıma muhtaç olmanın ne demek olduğunu bilmeyen bir insanın merhamet duygusundaki cahillik ve soğuklukla ortak oluyoruz Bedran’ın çaresizliğine. Ona ağlıyoruz, ona üzülüyoruz. Bizde olup onda olmayanı gördükçe de içten içe şükrediyoruz hâlimize. Bedran’ın acısı ve eksikliğiyle kendimizi, kendi hayatımızı temize çekiyoruz. Hangimiz daha şanslı? Hangimiz daha büyük? Hayatın, onu kaybetmenin sınırında olan ve bu kaybedişe dair bir korku taşımayan insanlar için hiçbir anlamı ve hiçbir yorgunluğu yok. Bunu bir kez daha çok net bir şekilde görüyoruz Bedran’ın hikâyesinde. Kasabadan ayrılışı, hayata tutunma çabası, eşiyle tanışması, evliliği, yıllar içinde çalıştığı işler… Tüm bunlara kazadan sonraki Bedran’ın gözünden bakınca, yıllar boyu o evde hareketsizce duran tozlu eşyalar, duvardaki Van Gogh tablosu, ütü masasındaki kırışık pantolonlar, fincan takımları bile ondan daha canlı ve daha çok yaşıyor.
Cinsellik üzerine de, tam olarak adı konulamayan bir gerçeklik barındırıyor roman. Bedran’ın büyük şehre geldiği ilk zamanlarda, bir bodrum katında birlikte yaşadığı üç gençten biri olan İsvan’a duyduğu ilgi. Kitapta Bedran’ın sevdiği, seviştiği pek çok kadının adı geçiyor. Buna rağmen, İsvan’a olan garip ilgisi de gözden kaçmıyor. Kadınsı ellerini, biçimli yüzünü ve ince ruhunu anlatırken fark edilen İsvan’ın onun hayatındaki yeri ve önemi, yeni sorular yaratıyor okurun kafasında. İsvan’ın ölümünden sonra da onu aramaya, anmaya devam ediyor Bedran. Nitekim zaman içinde de İsvan ile yer değiştiriyor ve onu bu şekilde yaşatıyor. Sürekli olarak romanın kurgusundaki durgunluğun altı çizilmesine rağmen, okuyucuyu şaşırtan, hayretlere boğan bazı gelişmelerin varlığı da inkâr edilemez. Bunlardan biri de Bedran’ın başka başka kadınlarla birlikte olurken ve her birini de ayrı ayrı severken, Bedran ile arasındaki ilişkinin ne olduğu tam olarak kestirilemeyen İsvan’ın bir zamanlar sevdiği kız olan Gülderim ile evlenmesidir. Kitapta kronolojik bir sıra olmadığı için, en başından beri sözü edilen karısının ‘Gülderim’ olduğunu kitabın sonlarına doğru öğreniyoruz. Bu ana dek karısının Gülderim olduğuna dair en ufak bir ipucu verilmiyor. Her ne kadar roman geneli için biçimin, özden baskın olduğunu iddia etsek de; bu şaşırtmalarla okurun ilgisi sürekli olarak ayakta tutuluyor.
Sonsuzluğa Nokta’ da 21. yüzyılın ışıltılı, renkli, hızlı hayatlar süren insanını cezbedecek bir heyecanı barındırmayan bir dinginlik, durgunluk seziliyor. Popüler olma kaygısı gütmeyen, kurgusunu ve akışını bu uğurda riske atmayan tarzı; Hasan Ali Toptaş’ın dar bir çevrede mütevazı ve sakin bir hayat süren, kendini yalnız ve ancak yazı ile ifade edebilen edebî kişiliğine ve yıllar içinde sabırla elde ettiği birikimlerine de ışık tutuyor. Sonsuzluğa Nokta’nın insan hayatına değer katan bir roman olduğuna inanıyor ve bu inançla herkese bu romanı okumasını salık veriyorum.
Öne Çıkarılmış Görsel Kaynağı: http://picssr.com/photos/jankovoy/page2