İnci Küpeli KızGirl With a Pearl Earring…Hollandaca adı ile Meisje met de Parel. Hollandalı ressam Johannes (Jan) Vermeer’in 1665 yılında ortaya çıkardığı, başyapıtlarından biri sayılan yağlı boya tablosudur. Hollanda’nın Den Haag (Lahey) şehrindeki Mauritshuis Müzesi’nde sergilenmektedir. Pek çok kaynakta “Kuzeyin Mona Lisa’sı” ya da “Hollandalı Mona Lisa” olarak geçer. Hikâyesi 2000 yılında, Amerikalı yazar Tracy Chevalier tarafından kaleme alınan aynı isimli romana konu olmuştur. 2003 yılında da Olivia Hetreed tarafından yine aynı isimle, Peter Webber’in yönetmenliğinde, başrollerinde Scarlett Johansson ve Colin Firth’in oynadığı bir sinema filmine aktarılmıştır.

Adından da anlaşıldığı üzere, tablodaki odak noktası, kızın kulağındaki inci küpedir. Filmdeki hikâyeye göre bu küpe, Jan Vermeer’in karısına aittir ve kızın boynuna yansıttğı eşsiz gölgeden dolayı Vermeer tarafından modelinin kulağına takılmıştır. Işık oyunlarının ve yansımaların ustası diye anılan Vermeer’in bu eserinde, incinin tene yansıyışındaki güzellikten etkilenmemek mümkün değil. Eser üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, modelin bir hayal ürünü olmadığı anlaşılmıştır. Bunun üzerine, tablonun hikayesine dair farklı rivayetler ortaya çıkmıştır. Kimilerine göre İnci Küpeli Kız, ressam Vermeer’in öz kızı; kimilerine göre ise yalnızca bir yakını, kimilerine göre ise evindeki hizmetçisidir. Vermeer’in bu tabloyu yaptığı dönemde, yüksek aristokrasinin alt sınıftan kadınların resimlerini yapması yasaktır. Çünkü bu durumun, yüksek aristokrasideki kadınlar için onur kırıcı bir yanı olduğu düşünülmektedir. Resimdeki kız için, Vermeer’in hizmetçisi değil de öz kızı olduğu söylentisi bu sebeple ortaya çıkmıştır. Fakat sonrasında yapılan araştırmalara göre, Vermeer’in kızının yaşıyla tablonun yapıldığı yılın bağdaşmadığı görülür. Kitapta ve filmde işlenen hikâyeler arasında da kopukluklar fazladır. Buna filmin sonu da dahil. Filme göre İnci Küpeli Kız, babasının geçirdiği bir kaza sonunda, ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda kalan ve ressam Vermeer ve ailesinin yaşadığı evde çalışan bir hizmetçi kızdır. Ben bu yazıda tablonun filme konu olan hikâyesinden bahsetmek istiyorum.

klolpiş

İnci Küpeli Kız, hepimizin sahip olduğu zaaflara dair izler taşıyan, duygu ve düşünce dünyamızı yerinden oynatan bir film. Griet… İnci Küpeli Kız’a hayat veren karakter. Zarafetiyle, saflığıyla, duru güzelliğiyle, ressamın yaratıcılık duygularını harekete geçiren bir hizmetçi kızdır. Ressam Jan Vermeer… Zengin bir ailenin kızıyla evlidir. Şehrin zengin adamlarının siparişleri üzerine tablolar yaparak para kazanmaya çalışır. Mükemmeliyetçi yapısından dolayı çok fazla eser ortaya çıkaramaz ve bu yüzden bitmek bilmeyen maddi sıkıntılar içerisindedir. Catharina Vermeer… Ressam Jan Vermeer’in karısı. Güzellikten, zenginlikten ve bunların biricik göstergesi olduğuna inandığı mücevherlerinden başka kıymet verdiği hiçbir şey yoktur. Ressam kocası Jan Vermeer tarafından bir kez bile resmedilmek istenmediği bilgisi onu daha kıskanç, bencil ve hırslı biri hâline getirir. Bir kadının aradığı sevgiyi bulamazsa ne kadar tehlikeli ve acımasız biri olabileceğinin etkili bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Film genelinde çok baskın bir rolü olmamasına rağmen, benim dikkatimi en çok çeken karakterlerden biri oldu. Çünkü insanı tüketen, bitiren, kendisinden bile nefret ettiren karşılık bulamama hissiyle bambaşka biri hâline dönüşen insanlara ne sevgisizlik ne de kızgınlık duyabilirim; yalnızca hislerini anlamaya çalışıp, yaşadıklarına üzülebilirim.

jcledvcjhladck

Ana karakterimiz ressam Vermeer üzerinde biraz daha durmak gerekir zannederim. Hayatı kıymetli taşlardan ibaret sanan ve yalnızca mücevherleriyle meşgul karısı; her türlü insanî duygudan uzak, kural koyucu ve düzen koruyucu kayınvalidesi; ve dışarıdan bakınca babası olduğu hiç akla gelmeyen altı çocuğu ile paylaştığı tek ortak şey, yaşadığı evdir. Her gün aynı şeyleri yaparak günlerini geçirirken, Griet’in eve hizmetçi olarak gelişiyle yeni bir dönem başlar onun için. Sanatın, yaratmanın doruğuna ulaşır. Burada söylemek gerekir ki sanatçının ortaya çıkardığı eserin mükemmelliği, modeliyle arasındaki ruhsal uyumla fazlaca alakalıdır. Ortak bir algının varlığı çok mühimdir. Vermeer ve Griet arasındaki bu uyum, filmde Griet’in bulutlara bakarken, onların beyazdan fazla sarı, yeşil ve mavi renkleri taşıdığını söylediği sahnede çok belirgin bir şekilde fark ettirir kendini. Çünkü iki insan; aynı anda, aynı şeye bakabilir. Bu fiziksel bir olaydır. Fakat aynı şeyi görmek, bütün fiziksel gerçekliklerden öte ve düşük ihtimale sahip ruhsal bir bütünlüğün örneğidir. Bu duygunun ne olduğunu tam olarak söylemek mümkün değil. Aşk? Tutku? Heves? Bir cevabı olmadığı için, çok da huzur  ve mutluluk vermediğini de inkâr edemem. Jan Vermeer için de bu belirsizlik bir hayli can sıkıcı. Film boyunca bu belirsizliğin yarattığı gerginliğine, kaygısına ve mutsuzluğuna şahit oluyoruz. Griet’e gelince; onun, konumu gereği kendisini konuşarak ifade etmesi çok zor. Sessizliğiyle ve bakışlarıyla düşündüklerini anlatmak zorunda. Bu yükün ağırlığı, saf ve çocuksu yüzüne yaşından çok daha fazlasını yaşamış bir kadının olgunluk ve hüzün ifadesini getiriyor. Masumiyetle baştan çıkarıcılığın savaşı gibi. Dipsiz bir kuyuda kalmışlık gibi. İnmeli çıkmalı, bitmeyen gelgitler gibi.

Kitaplardan uyarlama filmler için, her zaman önce kitabı okumanın ve sonra filmi izlemenin doğruluğuna inanılır. Bu kural, tablolar ve o tabloların hikâyelerinden esinlenerek ortaya çıkarılmış filmler için de geçerli. Filmi izlemeden önce müzesine gitmiş, eserlerini incelemiş olduğum için kendi kafamda çoktan bir Jan Vermeer tiplemesi yaratmıştım. Bu yüzden filmdeki Vermeer karakteri beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Hayalimde daha gizemli ve etkileyici bir resim çizmiştim onun için. Uzun saçları, hoş vücudu ve genç yüzüyle Colin Firth’ın oyunculuğunda aradığım şeyi tam olarak bulamadım. Scarlett Johansson’a gelince; başrol oyuncusu olmasına rağmen, film boyunca kendisine ait çok fazla diyalog göremiyoruz. Yine de bu durum; filmin büyüsünü bozup, onu sıkıcı hâle getirmeye yetmiyor. Aksine, Scarlett’in parlak ve etkileyici yüzünü izlerken; o bir saat kırk dakikalık zaman, eriyip gidiyor hiç farkına varmadan.

Gölgelerin ve yansımaların ustası ressam Johannes Vermeer’in; gündelik işleriyle meşgulken, su doldururken, çamaşır yıkarken izleyip beğendiği İnci Küpeli Kız’ı o eşsiz ışık ve gölge dünyasının merkezine yerleştirip ölümsüzlüğe taşıyışının hikâyesinin anlatıldığı bu filmi izlemenizi tavsiye ederim. Sanat daha ele geçirilmemiş ve idam edilmemişken, henüz vakit varken; güzellikten, zarafetten, incelikten alabildiğine beslenmeniz dileğiyle…

İlham verenleriniz çok olsun.

Leave a Reply

2 comments

  1. özay

    Sanat daha ele geçirilmemiş ve idam edilmemişken, henüz vakit varken; güzellikten, zarafetten, incelikten alabildiğine beslenmeniz dileğiyle…aynı dileklerle refikacım enfes bir yazıydı, diğerleri gibi, sevgiler…

  2. ECE

    Refika yazın çok etkileyiciydi, devamlarını dileriz..:)