Türk Edebiyatı’ndan hızla gelip geçmiş, yaşarken anlaşılamamış ama yaşadığı süre içerisinde kendi zamanını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren, hâlâ güncel bir değer taşıyan ve her zaman güncel kalacak olan, birbirinden anlamlı ve derin eserlerin yaratıcısı Sabahattin Ali’yi ölümünün 68. yıl dönümünde; en sevdiğim romanlarından “İçimizdeki Şeytan”ın ruhumdaki iz düşümlerini anlatarak yâd etmek istedim.
“İçimizdeki Şeytan”, pek çoğumuzun hayatında derin izler bırakmış, kafamızı karıştırmış, zaten sürekli icra etmekte olduğumuz “düşünme” eylemimizi daha da anlamlı kılmış, okumaya, üzerinde düşünmeye ve hakkında yazmaya değer bir Sabahattin Ali şaheseridir. Benim “Kürk Mantolu Madonna”sı ile başlayan Sabahattin Ali yolculuğumun en tatlı zamanında hayatıma dahil olması, bu zor yıllarımın bendeki bir sonucu olan karmaşık ruh halimi büyük bir samimiyetle aydınlığa çıkarması, bugüne kadar düşünmeyi aklıma getiremediğim başka şeyleri fark ettirmesi ve 1940’ların Türkiye’sini aklını, fikrini kendiminkine pek yakın bulduğum bir güzel adamın gözüyle yeniden anlamaya çalışmamı sağlaması yönünden; Sabahattin Ali’yi hem bir edebiyatçı hem de bir gönül adamı olarak birçok şeyi aşmış, görmüş geçirmiş bir hava taşıyan, aşk, felsefe ve siyaset dolu uzun cümleler içeren o biricik üslubu ile kalbime ve beynime kazımış bir eserdir bu roman. Kitabın ana karakteri Ömer’in her zamanki kafası karışık, kendiyle hesaplaşma içinde olan ve sürekli olarak “düşünme” eylemini icra etmekteki hâllerini yansıtan ve sayfalarca süren o iç konuşmalarının benim iç dünyamı da derinden etkilediğini inkâr edemem. Çünkü, günlük hayatın içinde sürekli karşılaşmakta ve şaşırmakta olduğum durumlar hakkında hissettiklerimi ve onları ifade edecek uygun kelimeleri bir türlü bulamadığım bu hislerin dışavurumunu görüyordum Ömer’in cümlelerinde. “İçimizdeki Şeytan”, benim içimdeki Ömer’in dışarı çıkmasına vesile olması sebebi ile, bir psikolojik terapi sürecinden daha etkili ve faydalı olmuştur benim ruh hâlim için.
“İçimizdeki Şeytan”ı , daha önce okuduğum Sabahattin Ali romanları ile kıyaslayınca, bu kitapta sorunsuz, sakin, yaşadığı hayatı her yönüyle kabullenmiş, sessiz kimselerden ziyade –“Kürk Mantolu Madonna”nın Raif Efendi’si gibi- mücadeleci, sorgulayan, kafası karışık, tecrübesiz, sürekli sorular soran, dertleri kabullenmek yerine onlara çözümler arayan kişilerin hikâyelerini anlatmış bu romanda Sabahattin Ali. Ömer karakterini kanlı canlı biri gibi karşıma alınca ve onun o uzun konuşmalarını gözlerinin içine bakarak dinliyormuş gibi okuyunca, daha iyi görüyorum bu farkı. Nedendir bilinmez, “İçimizdeki Şeytan”ı, “Kürk Mantolu Madonna” ile kıyaslamadan duramıyorum. Raif Efendi o meraklı, kuşkulu ve heyecan dolu lise yıllarımda, sanki karşımda duruyormuş gibi “aklının aydınlığına sorular sormak” istediğim bir bilge adam olmuşken; Ömer yavaş yavaş içi boşalmaya, tükenmeye başlamış, mutsuz, çoğunlukla şikâyet eden, cevabını kimselerin bilmediği sorular sorup duran, parçası olduğu sisteme bir türlü alışamamış, yaşadığı şehri tam olarak sevememiş, yarım bir insan hâline geldiğim üniversite yıllarımda, zaten karışık olan kafamı bin kat daha bulandıran, ama yine de çevresinde olup biten çürümüşlüğe, pisliğe kayıtsız kalamayan, yapmacık entel ve iki kuruşluk “kültür”leriyle caka satmaya çalışan bomboş insanları gözünün içinden tanıyan ve bu farkındalık sayesinde hayatında bir anlam taşıyan tarafıma yeni boyutlar kazandırmış, benden başka kimselerin bilmediği bir dostum oldu.
Bilgisine, dehasına sığınabileceğim insan hasretini, bir fincan kahve eşliğinde içimde olan biteni dökebileceğim dost sıkıntısını en çok yaşadığım zamanlarda, etten kemikten varlıklarmışçasına Raif Efendi’yi ve Ömer’i hayatıma dahil ettiği için Sabahattin Ali’nin bende çok mühim bir yeri vardır. Bununla birlikte, bu iki romanı kıyaslama hususunda biraz abartıya kaçacak olursam, bir başka fantezi çıkarıyorum ortaya. “Kürk Mantolu Madonna”da Raif Efendi’yi evinde ziyaret eden, sağlıklı olduğu süre içinde kendisiyle iki laf edecek zamanı yaratma imkânı bulamadığından Raif Efendi’nin yaşamını, talihsizliklerini, aşkını, ondaki sonsuz dinginliğin ve sakinliğin sebebini Raif Efendi tarafından yazılan bir defteri okuyunca anlayan, aynı dairede beraber çalıştıkları genç memurun, “İçimizdeki Şeytan”da ana karakter Ömer olarak karşımıza çıktığını düşünüyorum. Çünkü, her iki kişide de gördüğüm heyecan, telaş, olan bitene kayıtsız kalamayış, genç yaşın tecrübesizliğinin damarlarda akıttığı o deli kan birbirine o kadar yakın duruyor ki, böyle bir benzetme yapmaktan kendimi alamıyorum.
Kişiler üzerinde bu kadar durmuşken, aklı, bilgisi, hayatta pek çok şeyi aşmış ve görmüş geçirmiş tavrıyla, uzun ve etkileyici konuşmalarıyla beni kendine hayran bırakan Veznedar Hafız Hüsamettin Efendi’ye değinmeden geçemeyeceğim. Veznedar Hafız Hüsamettin Efendi, Ömer’in çalıştığı yerden arkadaşı, derdini anlattığı, onun da derdine ortak olduğu, aşkını ve geçim sıkıntılarını paylaşabildiği bir büyüğüdür. Veznedar Hüsamettin Efendi, hapiste yatan kaynını kurtarmak için vezneden bir miktar para almış, “geçim sıkıntısı” dediğimiz illet yüzünden bir türlü o parayı yerine koyamamış ve bu mesele ortaya çıkmasın diye defterlerde birtakım değişiklikler yapıp, kalem oynatıp bir süreliğine işin üstünü örtmeye çalışmıştır. Bu meseleyi paylaştığı tek kişi ise; oğlu gibi gördüğü, ona bu dünyada hâlâ iyi insanların var olduğunu zannettiren Ömer’dir. Ne var ki Ömer, Veznedar’ın tanıdığı o tecrübesiz, iyi yürekli, mahçup çocuktan bambaşka bir Ömer olarak çıkar bir gün karşısına. Parasızlığın, çaresizliğin, sevdiği kızı mutsuz görmenin vermiş olduğu bir deli cesaretle, zavallı adamcağıza tehditler savurur, onu şaşırtır, insanlara ve hayata olan güvenini bir kere daha yerle yeksan eder. Veznedar Hafız Hüsamettin Efendi’nin, Ömer’in tehditleri karşısında bana “Kürk Mantolu Madonna”nın Raif Efendi’sini anımsatan garip bir tebessümle ve sakin bir şekilde “Aferin evlât, iyi yetişmişsin” diye başlayıp, “Merhametten değil, ihtiyaten sus… Haydi bakalım… Benim gözlerimi açtın, sana bir daha eyvallah… Şimdi arabanı çek… Namussuz insan suratı seyretmek istemiyorum. Kendim kendime yeterim… Durma… Defol!.. Defol!..” diye biten, Ömer’i adeta bir sarhoşa çeviren, üst üste atılmış yüzlerce tokattan daha ağır olan bir konuşması vardır ki, ben de sanki Ömer’in terbiyesizliğini bizzat ben yapmışım gibi sarsıldım, yerin dibine girdim ve gözyaşlarıma hakim olamadım okuyunca. Hayatta karşılaşılması muhtemel hiçbir çaresizliğin, böyle bir adamı hayal kırıklığına uğratmaya değecek kadar müşkül olamayacağını düşündüm sonra. Hüsamettin Efendi’yi tanıdığımdan beri bankalarda, hastanelerde, veznelerde oturan, kayıt yapan, defter tutan memurlara bakar, aralarında ona benzer birileri var mıdır acaba diye sorarım kendime. Bunun bir bakışla anlaşılamayacağının farkındayım elbette, ama yine de bir hüküm vermekten alamıyorum kendimi. Belki bu bir önyargıdır ama, bu devrin çakalları, Hüsamettin Efendi gibi yaşamı içine sindirecek bilgeliği kendilerinde içermezler, içeremezler.
Sabahattin Ali’nin solcu bir aydın olduğunu bilen ve 1940’ların Türkiye’si hakkında azıcık bilgi sahibi olan dikkatli okuyucuların aklına takılabilecek bir diğer husus da “İçimizdeki Şeytan”ın siyasi yönüdür. Sabahattin Ali, kitapta Ömer’in yakın arkadaşı Nihat’ı Hüseyin Nihal Atsız’a, iki yılda bir şiir yazıp baba parasıyla geçinen karakteri Necip Fazıl’a, İsmet Şerif adlı kişiyi Peyami Safa’ya benzeterek, o dönemin faşist Almanya’sına özenen, aydın geçinen sağcılara, faşistlere, birtakım kendini bilmezlere ince dokundurmalar yapmıştır. Bu “aydın geçinen” kimselerin karanlık taraflarını, Ömer’in de katıldığı akşam yemeklerinde, toplantılarda konuşturulan bazı yazar, şair, gazeteci tiplemeleriyle gün yüzüne çıkarmaya çalışmıştır. Siyasi görüşünü böylesine öznel bir biçimde eserine yansıtmasından dolayı, belli kesimlerin eleştirilerine maruz kalmıştır. Ben, Sabahattin Ali’nin ideolojik açıdan nesnel olmayışını bir kusur olarak görmüyorum. Benim fikrimce, insan ne düşündüğünü açıkça dile getirebilmeli, doğru bildiği yoldan gitmeli, sözü ne ise söylemeli ki, geriye dönüp bakınca utanılacak bir şeyi kalmasın. Kişinin kendi seçtiği tarafta durması yerine, dışarıdan bir iradenin dayatmasıyla ortada durmak zorunda kalması insanın varoluşuna, temel hak ve özgürlüklerine bir saldırıdır. Kaldı ki, benim hayat felsefeme göre “tarafsız olmak, karaktersiz olmaktır”. Bu açıdan, insan karşı durduğu fikirlere, ters düştüğü kimselere bir şekilde cevap verebilmelidir. Bunun en güzel yollarından biri de edebiyatı dünya görüşüyle harmanlayıp, fikirleri diğer insanlara edebiyat aracılığıyla sunmaktır. Sabahattin Ali de, hoyrat güçler tarafından azmettirilerek işlenmiş faili meçhul bir cinayetle sona erdirilen kısacık ömründe, düşünceyi bu türden bir dile getiriş biçiminin en güzel örneklerini teşkil eden eserler ortaya çıkarmış, yaşarken anlaşılmayan, şimdilerde hiç olmazsa fikirleri üzerinde düşünülmesi gereken değerli yazarlarımızdan biridir.
Ve yine her kitap okuma serüvenimde yaptığım gibi, “İçimizdeki Şeytan” ı da ülkemin bugünkü hâliyle ilişkilendirmeye çalıştım. 1940’ların Türkiye’sini anlatmasına rağmen, bugün de içinde bulunduğumuz batağı tasvir etmeye yetecek güçte cümleler var bu kitabın içinde. “İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.” Sabahattin Ali’nin yıllar evvel öngördüğü bu tehlike dolu kalabalık, hâlâ bir çığ gibi büyürken, böylesine derinlik içeren eserleri daha çok okumalı, anlamalı, düşünmeli ve sindirmeliyiz. Yaşadığı hayatı anlamlandıracak soruları olmayan, kendine dayatılanları körü körüne kabul eden insan, kendi türünün en karanlık olanıdır. Bu karanlık kimselerin bir an önce kafalarını kumdan çıkarmalarını, etrafta olan bitenin farkına varmalarını diliyorum. Aksi takdirde, yaşadığı dünya ile ilgili bir fikri olmayan bu bilinçsiz kalabalık, kendileriyle birlikte bilinçli olan kimseleri de içlerinde bulundukları karanlığın neticelerinin bedelini ödemeye mecbur edecektir.