“Azizim uçtum gel
Dost bağına düştüm gel
Yahşi günün kardeşi
Yaman güne düştüm gel.”
Kirazın Tadı… Taste of Cherry… Orijinal adıyla Ta’m-e Gilas. 1997 yılında Abbas Kiyarüstemi tarafından yazılmış ve yönetilmiş, gösterildiği yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü almış bir İran filmi. İntihar etmek isteyen Bediî Bey’in, ölüsü üzerine para karşılığında toprak örtecek birini arayışını konu ediyor. Bu arayış içinde Bediî Bey birincisi Kürt bir asker, ikincisi Afgan bir İlahiyat öğrencisi ve sonuncusu yaşlı bir Türk olan üç farklı karakterle yüzleşir. Bunlarda yalnızca sonuncusu, hasta çocuğunu kurtarmak için bu teklifi kabul eder. Filmin en başında aklımıza takılması gereken soru şudur ki, ölmeyi gerçekten kafasına koymuş bir adam nasıl olur da öldükten sonra üzerine örtülecek toprağın derdine düşer? Çağımızın en büyük problemlerinden biri olan ölümle yaşam arasındaki çizgide gelip giden mutsuz insanın mutluluk arayışının sinemada ses bulmuş hâlidir bu film. Bir tarafta ölümünü parayla süslemeyi düşünen zengin ama mutsuz, öbür yanda hasta çocuğunu kurtarma fırsatını bulmuşken doğru olanı söylemekten geri durmayan fakir ama (u)mutlu. “Nereden baksan tutarsızlık!” Bu noktada insanın kafasına şu sorular geliyor: Bu dünyaya yalnızca mutlu olmak için mi geldik, mutsuz bir yaşam devam ettirilmeye değmez mi? Ya da mutluluğun olduğu kadar acının ve üzüntünün de hayatın birer parçası olduğunu düşünüp, buna çok da takılmamak mı gerek?
Filmin ilk yarısında bütün bu cevapsız sorular izleyicinin kafasına yerleştirildikten sonra, ikinci yarıda Doğal Tarih Müzesi’inde çalışan Türk karakter Bakarî Bey’in gelişiyle her bir sorunun yerini bir aydınlanma alıyor, cevaplar şekilleniyor. İlk yarı boyunca insanın içini karartan, mezarı ve yolun sonunu anımsatan o tozlu, topraklı sahnelere; ikinci yarıda doğanın umut vaat eden yanları, yeşiller, canlı sesleri, oyun oynayan çocuklar, gün batımı ve gün doğumu da eşlik eder. Burada Bakarî Bey, Bediî Bey’in yaşadıklarını ibretlik bir fıkrayla özetler: “Türk’ün biri doktora gitmiş ve doktor bey nereme dokunsam oram ağrıyor, ayağıma dokunuyorum ayağım, göğsüme dokunuyorum göğsüm ağrıyor, demiş. Doktor hiç düşünmeden cevap vermiş: Sizin bir şeyiniz yok, parmağınız kırık. Hasta olan düşünceleriniz. Bakış açınızı değiştirin,” der ve sorar ona: “Kirazın tadından vaz mı geçeceksin?” Bu anlatılan Bediî Bey’i derinden etkiler. Ve artık o da ‘belki’nin öbür tarafını düşünmeye başlar. Ya ölmemiş olursa? Adıyla seslenmenin yanında, üzerine bir de taş atsın ister Bakarî Bey’den, o da yetmez omuzlarından sarssın ister. Bu fark edilmek ve görülmek çabasıdır. Bir yerlerden yaşama tutunmaya başlamanın hâlidir.
Hayatın 95 dakikalık özeti gibi bir film aslında. Uzun, ince bir yoldasın. Etrafına baka baka yürüyorsun. Bazıları, çağırınca geliyor. Bazıları hiç beklemediğin anlarda çıkıyor karşına. Hiçbir şey yapmadan da bu yolda ilerlemek mümkündür. Ve elbet bir sonu vardır. Ama kimileri bu akışı hızlandırmak ister. Bu noktada ölüm elbette bir çözümdür. Fakat ilk akla gelmesi gereken değildir. Ne olursa olsun, hayattan erken ayrılmayı istemek gibi bir hakkın ve bir lüksün yoktur. Herkes kendi payına düşen acıyı yaşamak zorundadır. Bu dünyadaki sürdürülebilirliğin sağlanması için bu şarttır. Yani suyun, toprağın, ışığın, bütün kaynakların kullanımında olduğu kadar; acıların ve mutlulukların da eşit bir dağılımına ihtiyaç vardır. Daha güzel ve yaşanası bir dünyanın varlığı yalnız ve ancak buna bağlıdır. Payına düşeni beğenmeyip, dünyadan elini ayağını çekmekle bu gemi yürümez.
Ölümüne koşmak isteyen bir adam ve pencerenin ardında durmadan dönen, devinen bir dünya, bitmek bilmeyen bir akış. Kamyonlar, makineler, insanlar, yollar… Hareketin, geleceğin, umudun altını fosforlu kalemle çizen bir fütüristik bakış açısı. Şu devinim bile açıkça gösteriyor ki mezarını örtecek birini aradığını zanneden Bediî Bey, aslında kalbine uzanacak bir el aramaktadır. Bediî Bey film boyunca “eller”e duyduğu ihtiyaçtan dem vurur. Ne fikre, ne öğüde, ne güzelliğe… Yalnızca ölü toprağını örtecek ellere… Fakat asıl aradığı bu değildir. Onu kararından vazgeçirecek bir sıcaklığın arayışıdır bu. Geçtiğimiz aylarda, yoğun bakımda yatmakta olan bir yakınımı ziyaretlerim sırasında, bilinçsizce ve sanırım ona zarar vermekten korktuğum için ellerimin ortasını parmak uçlarına hafifçe dokunduruyor ve ona bu şekilde varlığımı hissettirmeye çalışıyordum. Bu istemsiz eğilimin, kendiliğinden gelişen bir durum olmadığını, derinlerde yatan içgüdüsel bir dürtüyle ortaya çıktığını aslında o zaman anlamam gerekirdi. Çünkü bu fiziksel bir temasın ötesindeydi. Diğer tarafta, ayak parmaklarından saçının teline kadar anestezi ile uyuşturdukları adamın “Eline dokun, eline dokun!” diyen hemşireler, doktorlar. Elbet bunun da bir açıklaması vardı. Yani onun, benim, hepimizin hiç beklemediğimiz bir anda, herhangi bir yerden uzanıp gelen o ellerin gücüne ihtiyacımız çok. Ve bu güce inanmak zorundayız. Aksi büyük talihsizlik olur. Yani bir kirazın tadı bile yaşamak ve devam etmek için bir sebep teşkil ederken; onun gücünü küçümsemek, biraz da bu tadın varlığına haksızlık olur. Demem o ki bize uzatılan elleri hor görmeyelim, tutalım gücümüz yettiğince.
Bu filmi güzel yapan taraflarından biri de sonunu düşünmenin seyirciye bırakılmış olması. Bediî Bey’i bu noktaya getiren tüm sebeplerden bağımsız olarak- film boyunca buna dair tek bir ibare yoktur- izleyen kendi bakış açısıyla, kendine ait bir son yaratmakta özgürdür. Ben de şu anki ruh hâlimi özetleyen, olmasını istediğim, doğruluğuna inandığım bir final güzellemesi ile bitirmek istiyorum yazımı. Elbette ki Bediî Bey uyanmıştır. Film boyunca sorduğu sorular; Kürt askerinin, Afgan öğrencinin ve Bakarî Bey’in anlattıklarını dinleyişi, merakı, bakışları, fark edilme arzusu, üstü kapalı da olsa elinden tutulup götürülme beklentisi…Tüm bunlar Bediî Bey’in öyle talihsiz bir sonu hak etmediğini düşündürüyor bana. Doğduğum yerden, evimden, memleketimden, sevdiklerimden kilometrelerce uzaktayken; kaybettiğimi daha önce hiç düşünmediğim, belki de hiç sahip olmadığım kimliğimi yeniden ya da ilk kez keşfederken ayrı bir haz veriyor bu devinim, bu tempo, bu inanış, bu sürekli güzeli umut etme hâli… Ömrünü bir kirazın tadına bağlayacak kadar bu dünyada kalmayı istemek hâli… Fakat, nerede olursak olalım bunu düşünmekten vazgeçmeyelim. Belki de en çok şimdilerde ihtiyacımız var buna. Umudun peşini bırakmayalım. Umutsuzluğa alışmayalım. Kirazın tadını unutmayalım. Yaşamın kimyasal formülü bu kadar kolay, bu kadar sade. Bir kirazın tadı, bir çocuğun bakışı, bir kuşun uçuşu…
Umut veren tatlarınız çok olsun. Sevgimle…
özay
çok harikaydı refikacım kirazın tadını hatırladım okurken… çok güzeldi yine, parmağın kırık olduğunu görmek, bakış açısını değiştirmek…bu filmi izlemeliyim hemen…biraz daha umut bulaştırdın….