01salesman-playbill-jumbo 

  Satıcının Ölümü… Kendisini Ulus’taki Büyük Tiyatro’da izledikten sonra, “başarı”lı ya da “başarı”sız olmak, para kazanmak, daha çok kazanmak, daha çok şeye sahip olmak ve sahip olduklarımızın gerçekte neler olduğu, mülkiyet alanını artırmanın hayali, kaybetmek ve “kaybetme”nin korkunç kırıcı etkisi altında bu kez kaybolmak, aile bağları, özgürlük, mutluluk, mutsuzluk, hırs gibi kavramları günler boyu yeniden düşünmeme yol açarak, bana aktif bir parçası olduğum ya da olmak zorunda bırakıldığım, zayıfı ezen, yalnız bırakan bu kahrolası kapitalist sistemin hayatım üzerindeki yönlendirici etkisini bir kez daha sorgulatan iki saat otuz dakikalık bir Arthur Miller oyunu. Oyunun baş kahramanı Willy’nin yaşamı üzerinden İkinci Dünya Savaşı sonrası buhran dönemini yansıtan ve bu ekonomik buhranın genel olarak her Amerikalı’nın sahip olmak istediği yaşam tarzını içeren temiz bir çevrede evi, iki ya da üç çocuğu ve bir köpeği, güzel bir arabası ve iyi bir işi olmasını öngören “American Dream” üzerindeki yıkıcı etkisini, güçlü replikleriyle açıkça dile getiren, benim de zaman içinde hayatım üzerinde derin etkiler bırakacağını inkâr edemeyeceğim, düşündürücü bir eser.

     Oyun 1940-1950 yıllarındaki ortadirek Amerikan ailelerinin yaşam biçimlerini yansıtmasına rağmen, kendi ülkemden ve içinde bulunduğumuz zaman diliminden de pek çok örneği canlandırdı gözümün önünde. Ne çok düzen dağılmıştır benim ülkemde maddi yetersizlikler yüzünden ve ne çok parlak fikirli insan yok olup gitmiştir -hâlen daha yok olmakta- imkânları bir türlü büyümesine elvermediğinden. İnsanların değerinin ceplerinin doluluğuyla ölçüldüğü bu düzene bir türlü alışamıyorum. Cepleri dolu ama kafaları ve kalpleri üç kuruş etmeyen zavallı “insancık”ların hegemonyasında yaşamayı emreden bu sistemi reddediyorum. Bundan dolayıdır ki hep biraz yabancı kalıyorum bu şehre, bu insanlara… Eğer buralara bir türlü ait olamayışıma bir son vermezsem, benim de sonumun Willy Loman gibi olmasından korkuyorum.

    Willy’nin bir de arkadaşı vardı. Charlie. Babasının kurduğu şirketin başına geçmiş, iyi para kazanan, sistemin “başarılı” kimseler diye nitelendirdiği topluluğun içinde kendine bir yer edinebilmiş, geceleri robdöşambrını giyip bir eli cebinde, öbür eliyle viskisini yudumlayan, çoğunlukla yoğun, etrafı kalabalık ve sık sık eski dostu Willy’ye akıl hocalığı yapan madrabazın biri. Ben de her gün Charlie’nin geçmişteki hâlinin türevleri diyebileceğim, boyalı saçları, parlak çantaları, birbirine benzer kokularıyla bana tornadan çıkmışlar izlenimi veren, birbirinin tıpkısı hanımefendiler ve beyefendilerle aynı sıraları, aynı yolları paylaşıyorum. Ne çok ortak yönümüz varmış Willy Bey’le. Gelelim Charlie’ye. Willy’nin içinde bulunduğu buhrandan kurtulmak için karısı Linda’nın ısrarları üzerine, arkadaşı Charlie’den yardım istemeye gittiği sahnede, Charlie’nin bir cümlesi tam anlamıyla özetliyor aslında oyunda verilmek isteneni. “Bu dünyada sahip olduğun şeyler, satabildiklerinden ibarettir.” Gerçekten öyle midir? Satabildiklerimiz kadar mıyızdır? Cebimizdeki para kadar? Bu kadar basit algılanmamalı insanın yeryüzündeki varlığı. Bence düşündüklerimiz kadar varız bu hayatta ve sahip olduğumuz şeyler satabildiklerimiz değil, düşündüklerimiz aslında.

     “Satmak” fiili üzerinde bu kadar çok durunca, geçen yıl yaşadığım, hayatımda çok derin bir iz bırakan, kapitalist sistemin vahşi gerçekliğini bir tokat gibi yüzüme vuran bir olay geldi aklıma. Bir cumartesi günü, Karanfil Sokak’ta telefonla konuşmak için bir banka oturdum. Konuşmanın ortasında bir çocuk yanıma yaklaşıp, eliyle bana doğru kırmızı bir gül uzattı. O anda telefon konuşmam üzerinde yoğunlaştığım için, çocuğun ne dediğini anlayamadım ve istemsizce yanımda duran, fermuarı açık çantamı tutup kendime doğru çektim. Çocuk bu hareketimi görünce, “Korkma abla, çantanı almam.” deyip hızlıca uzaklaştı yanımdan. O an beynimden vurulmuşa döndüm, çok utandım. Hemen telefonu kapattım ve çocuğun peşinden koşmaya başladım. Yüksel Caddesi’nde buldum onu. Annesiyle birlikteydi. Hem annesinden hem de çocuktan özür diledim. İkisi de bana teşekkür ettiler. Çocuğu hep tersliyorlarmış böyle, o da çok üzülüyormuş. Az kalsın ben de o tersleyen, azarlayan suratlardan biri olarak kalacaktım onun aklında. Kısacık sohbetimizde çok şey öğrendim o küçük çocuktan. Telâşla adını sormayı unutmuşum, ama yüzünü hâlâ hatırlıyorum. Sonra beş lira karşılığında bir gül aldım ondan. Bana verdiği ders, beş liradan çok daha fazlası ederdi aslında. Şifoniyerimin üzerinde, küçük bir parfüm şişesinin içinde durur o gül hâlâ. Çoktan kurudu. Eğer o gün, o çocuk bana bir gül satamasaydı, etrafındakiler tarafından “başarısız” sayılacaktı. Benim fikrimce, o başarıyı bana gül satmasına değil, hayatım boyunca unutamayacağım böyle bir ders vermesine borçludur. Bu sonuç da gösteriyor ki başarmak, iyi iş çıkarmanın ve para kazanmanın ötesinde bir şeydir. Ve yine burada görülüyor ki, gençliğindeki gibi kısa sürede çok kumaş satamayan yaşlı Willy, aslında başarısız bir adam değildi.

  1415784266933792804-b

   Oyunun son sahnesinin ruhumdaki izdüşümlerini yansıtan birkaç cümleyle bitiriyorum yazımı. Bu düzenin getirdiği yarışa ayak uyduramayan  ve çareyi arabasıyla ölüme koşmakta bulan Willy’nin cenaze töreninden sonra, karısı Linda’nın ellerini açarak Tanrı’ya söylediği o cümle: “Hayat boyu bir evin olsun diye çalış ve nihayet onu al, fakat bu sefer de içinde yaşayacak kimse kalmasın. Tuhaf değil mi?” Etraftaki insanların beklentilerini karşılamak, onlar tarafından “başarılı” bireyler olarak algılanmak için hayal kurmaktan ve kendimizi fark etmeye çalışmaktan vazgeçmemeliyiz. Yarış atları gibi koşturarak birbirizi alt etmek için çabalamaya bir son vermeli, kişisel ve toplumsal değerlerimizi çürütmeyi bırakmalı ve bu sistemin birer kölesi olmayı reddetmeliyiz. Tükenip gitmekten, kaybolmaktan kurtulmanın anahtarı bunu başarmakta gizli. Ama kendi benliğimizin “başarı” algısı içinde, sistemin değil.

Leave a Reply