Daha bir ay önce yeni bir yıla girdiğimi zannetmiştim. İşte, yine birdenbire yeni yıldı! Ankara yıldızsız ve kapkaraydı. Yeni yılda da her gün en az yüz sayfa düşünmem gerekecekti. Bütün sabahlar askerîydi. Kalk borusuyla fırlatılıyordum sanki yatağımdan. Seçim hakkı yoktu. Türlü türlü korkular, nesnesiz kaygılar da cabası. Gençlik kanının damarda durmak bilmediği günlerin tam ortasıydı. Bir an evvel gitmek gerekiyordu. Ama ne demişti usta, “Kıramadığım zincirlerle bağlıyım. Kıramıyorum.” O anda en iyisi orada olmaktı. Nerede olmaktı?  “Nereye gideceğimizi bilmiyoruz.” Demdir bu. Nereye gideceğimi bilmiyordum. I didn’t know where I was going. Language comprehension. Bilimsel terimlerden, teorilerden, modellerden kaçıp kurtulmak için battaniye altına sığınmak bile yetmiyordu artık. Yaz olsa turşu kurardık bu sıkıntılardan. Sonra ben gittim. Geldim. İşte buradayım. Samimiyetle söylüyorum ki kimseye subliminal mesajlar gönderip, huzur kaçırmak derdinde değilim. Ama bunca sancının, bunca alevin içinde tutup kendimi  de sizi de kandıracak değilim. Duvarlar sağır, içim dilsiz. Ellerim kollarım bağlı. Elektrikli bir sandalyede oturuyorum. Kıpırdamak yasak. Konuşmak çoktan yasak. Aklım beni tutuyor. Toplum da beni tutuyor. Sanki herkes beni izliyor, benden umuyor, benden bekliyor. Bir kez olsun şeytanın sesini dinleyebilsem keşke! Kimsenin bizi yaşamaktan alıkoymaya hakkı yoktu değil mi? Ama yine de inanıyorum. Çünkü umut hep var. Uzak dağlardan kekik kokuları duyar gibiyim. Kırlarından anemon çiçekleri toplanacak dağlardan. Sanki birazdan yumuşacık bir içeceği dudaklarımda gezdireceğim. Ve geceler… Sıcacık bir soba. Sobanın üstünde kestaneler. Odanın içinde portakal kokusu. Ve kaynar su sesi. Bir kenara kıvrılıp uyuyacağım. Ben uzanacağım, düşüncelerim kısalacak. Dörtnala koşmak şöyle dursun; bu yavaşlığı, bu basitliği sonsuz kılmak istiyorum ben hayatta. Şimdi bir yenisini daha mı eklemiş oldum zincirlerime? Her hayal, her umut, her bekleyiş; özgürlüğümüzden çalan, bizi orada, uzakta bir noktaya bağlayan bir zincir değil mi hayatımızda?

Nereden mi geldik buraya? Stefan Zweig’ın, zengin bir kadının yardım talebini geri çevirdikten sonra yaşadığı vicdan azabıyla hayatı cehenneme dönen bir doktorun hikâyesini anlattığı Amok Koşucusu adlı kitabından. Bir anlık öfkeyle verdiği karar ve yardıma ihtiyaç duyan bir kadını reddedişi, zaman içinde onu yoğun bir pişmanlık duygusuna sürükler. Doktor bu saplantılı pişmanlık duygusuyla, o kadını bulup ona yardım etmeye ve kendi ruhunu temize çekmeye çalışır. Bu süreçte öldürücü bir deliliğe, bir hastalığa yakalanır. Amok koşusu… Öyle bildiğimiz türden, hep iyiye, daima ileriye olan bir koşu değil bu. Anlamsız ve delice! Bir tür cinnet hâli, serdengeçtilik.

“Bu sarhoşluktan daha fazla bir şey… bu delilik, bir tür insan kudurması… ölümcül, anlamsız bir saplantının krize dönüşmesi hali, bunu başka hiçbir alkol zehirlenmesiyle kıyaslayamazsınız.”

Daha çok Hindistan, Malezya ve Afrika’nın bazı bölgelerinde görülen, bu bölgelerdeki tarihsel ve kültürel unsurlardan kaynaklanan bir ruhsal çöküntüdür Amok koşusu. İçine düşülen umutsuz ve depresif bir ruh hâlinden sonra nedensizce ve sonuçlarını düşünmeden etrafta kim ve ne varsa zarar verme, önüne geleni yok etme hâlidir. Amok koşusuna tutulan kişi; elindeki tabanca, bıçak, hançer gibi silahlarla etrafındaki varlıklara zarar vermeye başlar; zarar verecek nesne ya da insan kalmayıncaya kadar koşmaya ve yok etmeye devam eder. Yorgunluktan bitap düşüp kendinden geçene, kendini de yok edene ya da başka biri tarafından yok edilene kadar da durmaz. Koşunun sonunda, bir cinnet hâliyle intihar eder. Bu hastalığın en ilginç tarafı da bu. Yani, Amok koşucusu yalnızca başkalarının hayatını mahvetmiyor, aslında kendi ölümüne de koşuyor.

Bir Amok koşucusunun kaybedecek hiçbir şeyi olmaması, onu bu deliliğin içine sürükler. Kaybetme korkusu kalmayınca, yalnızca saldıran, zarar veren, yağmalayan, parçalayan bir canavara dönüşür. Sevgilisi onu aldattı diye önce onu kesip sonra kendini vuran manyaklar; “ya benimsin ya kara toprağın”cı çılgın aşıklar; durmadan bağıran, ama yalnızca bağıran politikacılar… Bütün bunlar gündüzleri korkumuz, geceleri kabusumuz olan sayısız Amok koşucularından yalnızca birkaçı. Sokakta, evde, işte, okulda, siyasette, hayatın her yerinde insan ruhunun bu nobran, bu çiğ hâliyle karşı karşıyayız. Bilmem anlatabildim mi?

Nasıl gittiğinin bir önemi olmaksızın nereye neden gittiğiyle ilgilenir Amok koşucusu. Doktor da, gururuna yenik düşüp yardım etmeyi reddettiği kadını ararken yolda yıktığı, talan ettiği hiçbir şeyi görmeden, bir tek onu bulmaya odaklanır. Halbuki nereye neden gidildiği kadar, nasıl gidildiğini de anlamlandırır bir gidişi. Kırdığınız bir kalbi tamir etmeye çalışırken; bir başkasına vurup kırmadan, bir başka canı da yakmadan yapmanız gerekir bunu.

Yağmalayarak, yıkarak, yok ederek, boş gözlerle, nereye koştuğunuzu bilmeden koşmaktan kurtulduğunuz; bu dünyadan hafif adımlarla ve gülümseyerek geçtiğiniz bir hayat dilerim.

 

Öne Çıkan Görsel KaynağıFabric Posters Art Prints Retail Dropsale Store

Leave a Reply

1 comment

  1. Fatih göbelek

    Allah kimseyi amok koşusu ile sınamasın.prensesim seni ????? liyorum.