Benim Adım Kırmızı, dünyanın simgeselliğini ve bize sunduğu melodiyi sorgulayanların, kendini, politika ve felsefeyle ilgili alt metinlerle bezenmiş farklı estetik yönelimler arasında kaybedip sonra tekrar bulabileceği Orhan Pamuk imzalı müthiş bir kitaptır.
Romanı, kimilerinin polisiye olarak nitelendirmesine karşın, kitaba polisiye demek bence önce Benim Adım Kırmızı’ya sonra da Orhan Pamuk’a bir hakarettir. Bunun sebebi ise kesinlikle polisiyenin küçümsenecek bir tür olması değil, romantik ve realist ögelerle harmanlanmış ve mistik Ortadoğu minyatür sanatı, dönem halkının yaşayışı ve sahip oldukları gelenekleri, yine aynı halkın değişim ve yeniliklere bakış açısını, canlı veya cansız bahsi geçen tüm karakterlerin dilinden anlatan bu eserin bana verdiği fikrin, kitaptaki katil, gizem ve cinayet konusunun amaç değil, yukarıdaki özelliklerin okuyucuya aktarılması için yalnızca araç olarak kullanılmış olmasıdır. Üstelik kitabı bitirdikten sonra üstünden zaman geçince, kitabı düşündüğünüzde aklınıza gelen katilin kim olduğu değil, kitaptaki mesajlar ve hikayelerdir.
Benim Adım Kırmızı 1591, yılında karın İstanbul’u beyaza boyadığı günlerde geçer. Net bir şekilde belirtilmemiş olmasına rağmen kitabın ana kahramanı, adı İstanbul’un bu karlı günlerine ironik bir tezatlık oluşturan Kara’dır. Kara, padişahın nakkaşlarından Zarif Efendi’nin öldürülmesi yüzünden Acem Ülkesi’nden Enişte Efendi’nin çağrısı üzerine İstanbul’a gelir. Kitap ise Zarif Efendi’nin bize öldürülüşünü anlattığı “Ben Ölüyüm” bölümünde “Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde.” cümlesiyle oldukça çarpıcı bir biçimde başlar.
Kitapta ilerledikçe yavaş yavaş Osmanlı nakkaşları arasındaki bölünmeyi görüyoruz, bir kısım nakkaş dönemin padişahının isteği üzerine İtalyan üstatlarının kullandıkları teknikleri kullanarak sanatlarını icra etmeye başlarlar: perspektif ile, yüzleri betimleyerek, herkesi aynı çizmeden, yüzyıllardır Acem Ülkesinin ve İranlı üstatların kullandığı kalıpların dışına çıkarak. Diğer kısım ise, perspektifi ve resmi İslam’a aykırılığı yüzünden reddeder. Dünya, bir cami avlusundan kuşbakışı çizilmelidir yani bir cami bir ağacın arkasında kaldığı için ağaçtan küçük çizilirse bu küfürdür, camiye, dolaylı yoldan Allah ve İslam’a yapılan bir saygısızlıktır ve nakkaşlar buna tahammül edemez.
Kitapta bu yenileşme ve geleneklere bağlı kalma konusu toplum baskısı da üzerine eklenerek incelikle işleniyor. Toplum baskısı diyorum, çünkü padişah ve nakkaşlar Enişte Efendi’nin padişah için hazırladığı ve içinde padişahın portresi bulunan bu kitabı dolayısıyla “yeniliği” bir sır gibi saklıyor. Saklamak için, saklamaktan cayan, korkan öldürülebilir, nitekim Zarif Efendi’nin başına gelen de bu oluyor. İşin ilginç kısmı ise, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en güçlü kişi olan padişahın bile bunu saklamak istemesi. İşte o zaman Pamuk’un tüm kitap boyunca yaptığı o ince ama fark edildiğinde bünyede soğuk su etkisi yaratan eleştiriyi fark ediyor ve düşünmeye başlıyoruz, Osmanlı toplumu padişahı bile korkutacak kadar yeniliğe açık olmayan, katı ve kapalı bir toplum mu?
Bu bağlamda kitabın sonundaki şu cümleleri sanki Orhan Pamuk bu eleştiriyi yapan okuyucuyu rahatlatmak için yazmış:
“Nakkaşlarımın kılıçlarla dövüşüp, birbirlerini öldürüp, resim yapıp, edebiyattan, hayattan şiirsel bir dille, alıntılarla söz ettikleri günlerde, 1590’da Shekespeare de İngiltere’de yaşıyor, oyunlarını yazıyordu. Kitabımı arada bir bunu düşünerek yazdım ve okurlarımın bana bunu hatırlatmasından hep hoşlandım.”
İnsan, ister istemez Türkiye’yi de düşünüyor bu satırlardan sonra. Biz nasılız peki, ne kadar açığız yeniliğe, ne kadarı kaldırabiliyoruz? Kaldıramıyoruz, ayak uyduramıyoruz nitekim bir yenilik de yok. Yıllardır süren içi boş, ideolojik ya da dini kavgalarla birbirimizi yıpratıyor, öldürüyoruz. Bir kavga bitiyor, bir diğeri başlıyor, yeni olan tek şey kavgaların adı ve onları sürdüren isimler. Edebiyat, tiyatro, sinema gibi sanatlarda ya da bilimde bir yenileşmeyi düşünmek uzak bir hayalden başka bir şey değil. Zira bunları yapacak insanlar otobüs duraklarında ya da sokaklarda öldürülüyor artık. Bu açıdan Orhan Pamuk’un Osmanlı’sı ve 2016’nın “Yeni” Türkiye’si arasında ancak şöyle bir bağlantı kurulabilir: yine din, gelenekler ya da birtakım ideolojiler yüzünden birbirimizin boğazlarını sıkıyoruz; isimler, zaman ve yerler değişiyor. Başka bir yenilik yok.
Peki kitaba adını veren kırmızı? Kitaptaki diğer karakterler gibi kırmızı da anlatıyor kendini bize fakat kitaba adını vermesine karşın sadece bir kez konuşuyor bizimle. Bir kez konuşmasına karşın kitapta varlığını her daim hissedebiliyoruz. Çünkü kırmızı, kanda, taçta, kaftanda, kılıçlarda, nakkaşların resimlerinde, horoz ibiklerinde, meyvelerde, şarapta, kadınların dudaklarında, yaralarda, şeytanın ağzında, her yerde. Kırmızıyla ilgili olarak kitaptaki en güzel detay ise bence yine kırmızının kendini anlattığı bölümde, iki üstat kör nakkaşın kırmızıyı hiç görmemiş olan birine kırmızının nasıl anlatılacağı tartışmasında geçer:
“Parmağımızın ucuyla dokunsaydık, demirle bakır arasında olurdu. Avucumuzun içine alsaydık, yakardı. Tatsaydık tuzlu bir et gibi tok olurdu. Ağzımıza alsaydık, doldurdu. Koklasaydık at gibi kokardı. Çiçek gibi koksaydı papatyaya benzerdi kırmızı güle değil.”
Orhan Pamuk’un en iyimser ve renkli eserim diye nitelendirdiği ancak biraz dikkatle baktığınızda Osmanlı’dan ziyade bugünün çirkin Türkiye’sinin tasvirini yapan Benim Adım Kırmızı, Türkçe yazılmış ve okunması en çok zevk veren postmodern romanlardan biridir. Bir benzeri zor çıkacaktır.
Kaynakça: Pamuk, Orhan. Benim Adım Kırmızı. Cağaloğlu, İstanbul: İletişim, 1998.