Savaş, kelime olarak çocuklara ne kadar uzak değil mi? Oyunlara ne kadar uzak… Ancak, savaş başladığında, çocuklar bunun dışında kalamıyorlar. Peki savaşta annesini, babasını, sesini kaybetmiş çocuklara ne oluyor? Onları kim kurtarıyor?
Ayla, bir film değildi. Ayla bir atmosferdi. Yakın zamanda görüp tanık olduğum en güçlü duyguların sanatıydı Ayla. Altın kalpli ve ay yıldızlı bir askerin, ölmüş bir adamın elini bırakamayacak kadar yaralanmış küçük bir çocuktan, henüz yeni büyürken yanmış bir fidandan, çiçek açtırma hikayesiydi Ayla. Dünyaların, kilometrelerin, kimliklerin, iki kişiyi baba-kız yapmaya engel olamayacağının şahidiydi. Burası bir askeri üs; bu bataklıkta fidan mı yeşerir, bombalar arasında çocuk mu yetiştirilir, demeden; çocuk yetiştiren askerler orkestrasının çaldığı en güzel senfoniydi. Cehennemde melek yetiştirme sanatıydı. Yapamam, bilemem, demeden; ellerinden geldiğince aile olan bir avuç silahlının hikayesiydi Ayla.
Ayla, küçük bir kızın hikayesiydi bir de. Savaş meydanında kendisine baba bulan, elleri silahlı adamlara sevgi ve şefkati öğreten, paylaşmayı sevdiren, insanı kim olursa olsun seven bir kızın hikayesiydi. Bizim hikayemizdi. Bizden birinin hikayesiydi. Ay yüzlü bir kızla, ay yıldızlı bir askerin hikayesiydi…
Bu yılın filmi Ayla… Uzun zamandır beklenen, bütün dünyaca izlenen bir film… Türkiye’nin 2017 yılı Oscar adayı.
Biz bu şaheserin yaratıcısına sorduk Ayla’yı, ve tüm bu güzelliğin yazım sürecini… Bu Ay Yıldızlı Kalem de bizi kırmadı ve bizimle ufak bir röportaj gerçekleştirdi. İşte Yiğit Güralp Röportajı…
“ARADIĞIM HİKÂYE BU, DEDİM”
GazeteBilkent: Öncelikle, teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizi diğer projelerinizden tanıyoruz, ama Ayla filmi, diğerlerinden çok başka bir hikâyeye sahip, her şeyden önce yaşanmış bir hikâye. Bu hikâyeyi yazmaya nasıl karar verdiniz?
Yiğit Güralp: Dünyada on yıllık dilimlere yayılan trendler var. Nasıl ki 70’lerin ruhu ayrı, 80’lerin ruhu ayrıysa, 2010’ların ruhu da ayrı. Biz 2000 yılından sonra hep 2000’ler diyoruz ama aslında 2000’ler geride kaldı. Şu an 2010’ları yaşıyoruz. 2010’lu yıllar başladığında dünyada ana akım sinemada biyografiler ve “Based On A True Story” kavramı en parlak dönemini yaşamaya başladı. Çünkü robotlar ve süper kahramanların hikayelerini anlatırken gelişen teknoloji artık dönem atmosferi yaratmakta da çok büyüleyici sonuçlar veriyordu. Ben de 20’li yaşları geride bırakmış 30’larımın ortalarına gelmiştim, biyografiler ve gerçek olaylar her zaman ilgimi çekiyordu, olgunlaştıkça daha da ciddi düşünmeye başladım. Seyirci ne kurgularsanız kurgulayın sonunu tahmin ediyor ve yaratılan hikayelerle tatmin olmuyordu. Ama gerçek hikayelere saygı duyuyordu. Kariyerimde kurgu hikayeye biraz ara vermeyi düşünmeye başladım. Buna paralel olarak hikaye anlatımında 50’li yıllar ve öncesi de öne çıkmaya başladı. Hiç anlatılmayan Kore Savaşı bazı Marvel çizgi romanlarında fon olarak kullanılmaya başladı. Yine aynı dönemde Kore filmleri ve dizileri ülkemizde uyarlanmaya başladı. Ben, boğazın öte yanından bu yanına akıntı varsa bunun tam tersinin de olabileceğine inananlardanım. Türk insanının anlatılacak hikayesi bitmiş, senaristlerimizin yeni hikayeler yaratma yeteneği son bulmuş gibi, sürekli Güney Kore uyarlamaları yapılmasına da kızıyordum. Bizden bir hikaye arayışlarımı bu da tetikledi. Tüm bunlar birleşince 1950’lerde Kore halkıyla ortak yönlerimizi birleştiren gerçek hikayeler araştırmaya başladım. Hedef net olunca bu hikaye ile buluşmam çok gecikmedi. Abim Oğuz Güralp bir gece, Ayla’nın Güney Kore MBC Televizyonunda yayınlanan orijinal dildeki belgeselinin Youtube linkini gönderdi. Aradığım hikaye bu, dedim.
GazeteBilkent: Yazarken sizi zorlayan bir bölüm oldu mu? Eğer olduysa hangi bölümdü?
Yiğit Güralp: Belgesel ile film ayrı dinamikler. Belgeselde, Süleyman Amca ve Ayla’nın gelişen imkanlara rağmen aradan geçen 65 yılda birbirlerine neden ulaşamadıkları kısmına pek takılmıyorsunuz, kavuşma anının duygusal gerçekliği ve çarpıcılığı sizi yeterince tatmin ediyor. Belgesel bu anlamda ustaca kotarılmış ve çok başarılıydı. Ama bunu bir film yapmak istediğinizde aradaki o boşluk seyircinin kafasında karakterleri zedeleyecek, “iyi de birbirlerini doğru düzgün aramamışlar bile, belgeselciler gelmese kavuşamayacaklarmış” dedirtecek bir problem yaratıyordu. Seyirciye bu soruyu en az sorduracak çözümler yaratmak bu işin en zor kısmıydı. Aynı şekilde askerlerimizden Türkçe öğrenip onlara da Güney Kore dilini öğretecek kadar uzun zaman geçirdikleri anlatılan 6 yaşında bir kızın, gerçek ismini bu kadar yakınlaştığı insanlara hiç söylememiş olması da bir mantık hatasıydı. Kurguda, karaktere, konuşamayacak ve adını dahi unutturacak bir travma yaşatarak, bu gibi sorunları çözmek gibi onlarca noktada öykünün eksiklerini tamamlamak, bu işin en meşakkatli kısmıydı.
GazeteBilkent: Peki, içinize en çok sinen, ya da şöyle soralım, en çok sevdiğiniz sahne hangisiydi?
Yiğit Güralp: Nimet ve Süleyman’ın, İstanbul’da birbirlerine ısındıkları kahvaltı masasındaki sahnenin oyunculuklarını çok seviyorum. Ayla’nın Ankara Okulunda müzik odasında arkadaşlarının yanına oturunca camın ardından Süleyman’a bakışı ise beni çok yaralıyor.
“EN GÜZEL ÖDÜL KALICILIKTIR”
GazeteBilkent: Bildiğiniz gibi Ayla filmi, dünyada da ses getirdi, hatta Türkiye’nin Oscar adayı oldu. Bu gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yiğit Güralp: Bu “Türkiye’nin adayı” kavramı, “Oscar’ın da adayı” olarak algılanıyor ve bilinçli seyirci buna çok kızıyor. Haklılar. Henüz aday değiliz. Aday adayıyız. Bunu doğru ifade etmek lazım. İnsanlar kelime oyunlarından hoşlanmıyor. Ben filmlerin, şarkıların yarışmasından çok hoşlanan biri değilim. Rahmetli Barış Manço da sevmezdi. “Düşünsenize Beethoven, Mozart aynı yarışmada ve birine diğerinden daha iyi diyecekler olacak iş mi?” der, gülümserdi. Ben de böyle düşünüyorum. Sanatçıların ve eserlerin ödülle onore edilmesi hoş ama, en güzel ödül kalıcılıktır, kalıcılığı da jüri değil, seyirci ve zaman belirler. Oscar her yıl takip ettiğim eğlenceli bir organizasyon, tıpkı bir yıl sonu balosu gibi, her şeyden önce iyi bir gösteri. Hırs yapmamak, tadını çıkarmak lazım diye düşünüyorum.
GazeteBilkent: Siz, yakın çevrenizden, Ayla filmiyle ilgili ne tür dönütler aldınız?
Yiğit Güralp: Sınav filmi nasıl gençlerin de bir hayatı, meseleleri var konusunda bir farkındalık yaratıp gençlik filmleri ve dizilerinin önünü açtıysa, Ayla’da önemli bir kesime dokunan bir film oldu. Kore Gazilerinden hayatta olanlar dahil olmak üzere hayatını kaybeden pek çok Kore Şehidimizin aile üyelerinden çok sayıda mesaj alıyorum. Eminim tüm ekip alıyordur. Film Süleyman Amca ve Ayla’nın hikayesini anlatıyor olmakla birlikte, aslında onlar birer sembol. Oraya binlerce insanımız gitmiş ve pek çok yetimin, öksüzün ve savaş mağdurunun hayatına dokunmuşlar. Biz bu iki güzel insan üzerinden tüm o insanlara bir saygı duruşunda bulunuyoruz. O insanlar ve aileleri de bunu görüyor ve bize geri dönüyor. Sanatçının da farkı budur. Herkes göremez, sanatçı görür, işaret eder, dikkat çeker. Filmi alkışlayanlar bence filmi alkışlamıyorlar, tüm o güzel insanları alkışlıyorlar. Buna vesile olan yolu açmanın manevi doyumu da benim ödülüm. Tarif etmem hayli zor.
GazeteBilkent: Şu an üzerinde çalıştığınız herhangi bir proje var mı? Varsa bizimle paylaşır mısınız?
Yiğit Güralp: Benim iki şapkam var. Biri yaratıcı yapımcılık, Sınav ve Ayla gibi. Fikrin, içeriğin, konseptin, stil ve tasarımın belirleyicisi. Diğeri de yazarlık: Uzun Hikaye gibi. Kitabı uyarlama fikri sevgili Osman Sınav’ındı, ben o noktada profesyonel senarist olarak görev almıştım. Önümüzde her iki şapkamla da ilgili yeni filmler var. Yaratıcı yapımcısı olduğum projeler içinde kurgu hikayelerim de var, yine gerçek yaşam öyküleri de var. Sağlığım, ömrüm el verdiğince bunları hayata geçirmek için çalışıyorum. Yatırımcıları belirleniyor şu an. Bir süre sonra açıklamaya başlayacağız. Bu iki şapkanın dışında çok kıymetli sinema ekolü ve her kuşaktan sinema insanlarıyla da mesailerimiz oluyor. Sonuçta ben sinemacıyım. Eli yüzü düzgün sinema eseri üretmek isteyen kim varsa onlarla dirsek temasım olması beni hayata bağlıyor ve mutlu ediyor.
“KİŞİLERİN ÖNEMİ YOK, AMA PROBLEMLERİN ÖNEMİ VAR”
GazeteBilkent: Bildiğimiz kadarıyla, bir senaristin senaryo yazım sürecini anlatan bir film yapma projeniz vardı. Bir gelişme kaydettiniz mi?
Yiğit Güralp: Ayla’nın yapım sürecinde ve sonrasında yaşadığım tatsız olaylar; ilk filmimden bu yana yaşadığım problemleri bir belgeselde anlatmanın zamanının geldiği kararını almama neden oldu. Önümdeki projelerin yoğunluğu nedeniyle ancak 2019 yılında tamamlayabilirim. Ticari bir amaç gütmeyecek. Mesleki bir belgesel olacak. Bir fikrin, yazarın zihnine yani ana rahmine düştüğü andan başlayarak, bir filme dönüşmesine kadar geçen süreci tüm detayları ve çıplaklığıyla anlatacak. Örnek vermek gerekirse, Netflix’in tasarım belgeselleri serisinde, “Nike Air ayakkabılarını tasarlayan kişinin tüm tasarım sürecini ve yaşadıklarını anlatması” gibi. Michael Moore belgesellerinde olduğu gibi mizah yönü güçlü, temposu ve seyir zevki yüksek bir dokümanter film olacak. Fikir sahiplerinin; ataerkil bir yapı içinde, üzerinde tahakküm kurulmaya çalışılan anneler olduğunun altını çizecek. Müzikleri sevgili Rahman Altın imzası taşıyacak. İçerisinde; sektörde fikir ve içerik üreten önemli isimlerin tecrübe ve görüşleri de yer alacak. Bu alandaki saygın hukuk insanlarının da anlatıları olacak. Bazı uluslararası film festivallerinde gösterime gireceği gibi internet ortamında da herkes tarafından ücretsiz olarak izlenebilecek. Böylece bu mesele, kişisel bir mesele olmaktan çıkar ve mesleki bir sorun olarak ele alınır. Dünya döndüğü sürece bu mesleği yapmak isteyen kardeşlerimiz, istediği zaman açıp izleyebilir ve önemli tecrübeler edinmiş olur. “Bir fikrim var, bir senaryom var ne yapmalıyım” diyen yüzlerce genç sinemacıya, bir fikir zihinlerine düştüğü andan seyirciyle buluştuğu ana kadar geçen süreçte başına gelebilecekleri anlatan, bu anlamda nesiller boyunca onlara yol gösteren bir içerik olur. Yani öyle sanıldığı gibi; “kişileri hedef alan bir belgesel yapacağım, başıma gelenleri bir bir bir bir anlatıp ipliğinizi pazara çıkacağım” gibi bir şikayetname ya da hesaplaşma niyetim yok. Kişilerin bir önemi yok. Ama problemlerin önemi var. Sürdükçe bizi hasta ediyorlar. Kanatmak yerine teşhis ve tedaviye meyilli olmakta fayda var.
GazeteBilkent: Bugüne dek içinde bulunduğunuz projelerden, sizi en çok etkileyen ve sizde en çok iz bırakan hangisiydi?
Yiğit Güralp: Hiç kuşkusuz Sınav ve Ayla. İkisi de sırf benim için değil, sinemamız için de özel filmler. 100 bölümün üzerinde de dizi yazdım ve bir o kadar da dizi danışmanlığı yaptım ama 2005’de Star TV için program aralarında yarattığımız kuklalar vardı mesela, ismi “Ara Sıcaklar” idi. O kuklaları dizilerimden daha çok severim. Muharrem Abi, Bahri ve Uysal, TV karşısında kanepede oturur, kanalın tüm programına ve TV dünyasına laf sokarlardı. Yılın En Yaratıcı TV Projesi Ödülünü almıştık. TV’de en sevdiğim işim odur. Böyle şeyler kalmadı artık, TV kanalları dökülüyor.
GazeteBilkent: Siz bu alanda kendine bir yer edinmiş bir senaristsiniz. Senarist olmak isteyenlere verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?
Yiğit Güralp: 17 – 18 yaşında, üniversitede bölümünü seçecek yaşa gelmiş bir genç, o güne kadar 2.000 kadar film izlemediyse, senaryo yazarlığını düşünmesi gerçekçi olmaz. Bale gibi, piyano gibi, bu meslek de bilinç dışında erken başlayan ve gelişen bir iş. Bir filmi bir defa izlemiş olmak da yetmez. Aynı filmi defalarca izlemek gerekir. Böylece rübik kübü birkaç dakikada bozup yapanlar gibi, bir hikayeyi zihninizde kolayca söküp takıp kurgulama yeteneğiniz gelişir. Bunlar eğitimle pekişir ama otomatik reflekslere sahip bir yetenek için bu dediklerim şart. Çizgi roman okumayanlardan da iyi hikaye anlatıcısı pek çıkmaz. Sinemanın temeli çizgi romandır. Bir hikayeyi birkaç yüz karede anlatma tekniğine hakim olursan, birkaç bin karede de gayet rahat anlatırsın. Dizi izleyerek de bu olmaz. Sinemanın bütün dinamikleri ayrı. Seyirciyi evden çıkıp yol ve bilet bedeli ödemesi için harekete geçirecek sinir uçlarını, dizi izleyerek deşifre edemezsiniz. Bu anlattığım daha çok ana akım sinema için geçerli elbette. Bağımsız filmlerden söz etmiyorum. Sinemayı da ağırlıklı olarak 15 inç bilgisayardan değil, dev perdede; sinemada izlemeniz gerekir. Sektörümüzde, galalar dışında sinemaya gitmeyen kalabalık bir topluluk var. Seyircilerle binlerce kez aynı salonlarda bulunmamış, onların film sırasında, film arasında, film çıkışında tepkilerini gözlemlememiş insanların yaptıkları filmlerin sonuçları da ortada. Sinemacılık sinemada olmayı gerektirir. Genç kardeşlerimiz sinemacılar mı değiller mi bu söylediklerim konusunda kendilerine dürüst cevapları verirlerse, onlar için son derece faydalı olur.
GazeteBilkent olarak Yiğit Güralp’e röportaj için çok teşekkür eder, Ayla filmine ulusal ve uluslararası alanlarda başarılar dileriz.