Herkesin bir şeylerin peşinde koştuğu gibi günlük hayatınızın ayrıntılarına dalıp gitmiş, hayata yetişmeye çalışıyor ve bir yerlere koşturuyorsunuz. Arkadaşınız mı arıyor internette mi rastlıyorsunuz bilinmez, bir tiyatro oyununa bilet alıvermişsiniz. İlerleyen günlerde bir veya iki saatinizi birilerine emanet edip sizi bir yerlere götürmesini beklemeye başlıyorsunuz. Kapıdan girmişsiniz, fuayede kulisteki naftalin kokusunu bastırmak için sıkılmış parfümlü koku eşliğinde dakikalar sonraki oyunu beklemişsiniz ve en sonunda koltuğunuza oturup belki de sizin için o an hiçbir şey ifade etmeyen dekorları seyrediyorsunuz. Üzerinizdeki ışıklar alınıyor ve o saniyeden itibaren siz sadece karanlık oluyorsunuz. İşte o an yeni bir insanla, hikayeyle ve hayatla tanışıyorsunuz.
Levent Üzümcü, bu sıralar sahnelediği tek kişilik oyununda bizi şöyle karşılamıştı: “Bir insanı tanımak demek, onun hikayesini bilmek demektir. Anlatılan senin hikayendir.“ Işıklar yandıktan sonra sahnede tiradlarıyla büyüleyen ya da arkada on saniyeliğine belirip gözden kaybolan karakterin bile bir hikayesi vardır.
Senden, benden, bizden farklı ama aslında bir o kadar da sen, ben ve biz. İşte bu denge ve yakalaması zor ahenk beni tiyatrodan koparamayan, bir taraftan sonsuz saygı duymamı sağlayan bağ sanırım. Benim sadece izleyerek kendimce eleştirdiğim ve istemsizce acımasız bir şekilde yargıladığım o karakter aslında emek, çaba ve empatiymiş. Sanılmasın ki oyuncunun başa çıkması gereken en önemli an seyircinin karşısında yargılandığı andır. Aksine seyirciyi düşünmeye fırsat bile bulamadan, oynayacağı karakteri eline aldığında o karakterle tanışmak en zorudur.
Oyuncuyu oyuncu yapan o karakteri tanıması ve kendinden başka insanlarla da tanıştırabilme yetisidir. Çünkü oyunun yaratıcısı en başta bir karakter çıkarmıştır ve bu karakteri gerçek kılan, seyircinin kafasında şekillenmesini sağlayan ipler oyuncunun elindedir. Örneğin, Shakespeare bir Othello yazmıştır, ancak şu ana dek binden fazla çeşit Othello yaratılmıştır ve binlerce insanla tanışmışlardır bile.
Oyuncu karakteri kendince şekillendirmeli, üzerinde oynamalı ve onu yabancılığından çıkarana kadar üzerine düşünmelidir fakat bunu yaparken karakteri kendinden ayırmadan hazıra kaçan mıdır doğruyu yapan? Psikorealist oyunculuk kavramını ilk ortaya atan kişi olan Konstantin Stanislavski bu konuda şöyle der:
“Öyle erkek ve özellikle kadın oyuncular vardır ki, canlandırmak istedikleri rollere hazırlanma gereksinimi duymazlar, çünkü rolleri kendi kişisel yapılarına uydurmak onlara daha kolay gelir. Bu tür oyuncuların tüm başarılarının temelinde çoğunlukla bu özellik yatar. Bu özellik olmadan çaresiz kalırlar.”
Peki ya o karakteri yaratırken klişelere ve toplumun bir takım kalıplarına dayanan oyuncunun kullandığı yöntem midir doğru olan?
“Söz gelimi, bir tüccar, bir asker, bir aristokrat, bir köylü gibi, çeşitli kategorilere bölünmüş kişileri canlandırmak söz konusu olduğunda, yüzeysel gözlem amacı için bir takım çarpıtıcı davranışlarla duruş ve hareket biçimlerini bulmak zor değildir. Örneğin uğraşı askerlik olan bir asker, kural gereğince kasılır. Olağan bir insan gibi yürüyeceği yerde askerce yürür, apoletlerini göstermek için omuzlarını oynatır, alışılmışın dışında yüksek ve sert bir tonla konuşur. Bir aristokrat, silindir şapka giyer, eldiven ve monokl kullanır, yapmacıklı konuşur, saatinin kordonunu ve monoklünün bağıyla oynamayı sever. Tüm bunlar karakterin canlandırılmasına yarayacağı sanılan yaygınlaşmış bir takım klişelerdir. Bu klişeler yaşamdan alınmışlardır, yaşamda gerçekten de vardırlar. Gel gelelim, bunlar karakterin ruhunu içermedikleri gibi, bireysellikten yoksundurlar.”
Bu satırları okuduğumda saygıdeğer hocalarımdan birinin eve dönerken bana verdiği bir ödevi anımsadım. Karakter yaratmak ve rolle bütünleşmek için yolda yürürken kimliğimi değiştirmemi istedi. Şöyle ki, o akşam yürürken yolun başında üniversite öğrencisiydim, iki dakika sonra üç çocuklu bir anne olduğumu düşündüm ve adımlarım yavaşladı. Omuzlarım istemsizce aşağı indi ve yüzümdeki kırışıklıkları hissedercesine gözlerimi kıstım. Beş dakika sonra bir askerdim ve adımlarımı daha sert vurduğumu, ellerimi daha koordine hareket ettirdiğimi, ayrıca omurgamın dikleştiğini fark ettim. Bunların hepsi şartlanmış birer refleks gibi kendiliğinden gelişiyordu. Bu çalışmayı birkaç gün tekrar ettim ve artık karakterden karaktere atlarken hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Toplumda çizdiğimiz o sınırlı algıyı kendi kafamda yıktığımı ve işte o zaman karakter yaratmaya hazır hale geldiğimi fark ettim. Elbette karakter izleyiciye tanıdık gelmeliydi ve girdiğim rolün de koltukta oturan izleyiciyle paylaştığı ortak noktaları olmalıydı. Tabi ki büründüğüm rol mükemmel değil, kusurlu olmalıydı. Kendini ve hayata karşı duruşunu ele veren ipuçları olmalıydı. Ancak bunu bu klişelerle yaparsam Stanislavski’nin de dediği gibi bireysellikten yoksun olacaktım.
Bir ya da iki saatin sonunda, perde kapanmadan önce ışıklar altında tanıştığınız karakter aslında o oyuncunun içinde ve bir o kadar da bizim aramızda oturan bir insan. Hiç düşünmeden yargıladığımız ve kalıplara soktuğumuz o karakter uzun bir serüvenin parçası. Bu serüven de bir karakterin perde arkası.
Kaynak:
(Konstantin Stanislavski, Bir Karakter Yaratmak)
http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-antalya-detay-othello7.html