Nikolay Vasilyeviç Gogol, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış büyük Rus roman, oyun ve hikâye yazarı. Kırk üç yıllık yaşamına Ölü Canlar gibi büyük ve öncü bir romanı, Müfettiş gibi günümüzde bile hâlâ perdelenen bir oyunu, Bir Delinin Hatıra Defteri gibi çeşitli versiyonlarda tiyatroya uyarlanmış bir eseri ve Burun, Portre, Palto gibi günümüz klasiklerinin yanında yerlerini almış hikâyeleri sığdırmış Gogol. Açıp bakıldığında rahatlıkla bulunabilecek biyografikbilgileri bir kenara bırakırsak, bu yazı dizisinde sizlere Gogol’un üç büyük hikâyesi olan Burun, Portre ve Palto’yu anlatmaya çalışacak, boyumdan büyük işlere girip bu uzun hikâyelerin incelemelerini sizlere sunacağim. Sizleri sıkmadan, kendimi de fazla yormadan yapmaya çalışacağım bunu. Bu klasikleşmiş hikâyelerin neler anlattığını, genel hatlarıyla, kendi gözümden aktarmaya çalışacağım.
Dönemin neredeyse bütün şair ve yazarlarını etkilemeyi başarmışbüyük Rus şairi Puşkin’in etkisinde başlayan edebi hayatında Gogol, üç bölümden oluşan ve kimi zaman dönemin Rus toplumu hakkında didaktik ve eleştirel, kimi zaman da okuyucuyu kahkahalara boğan, gerçeküstü tutumuyla düşündüren ve de güldüren uzun hikâyesi Burun’u 1836 yılında Puşkin’in çıkardığı Sovremennik isimli dergide yayımlatır. Hatta öncesinde başka dergiye gönderdiği bu hikâyesi dergi sahibi tarafından “bayağı” bulunduğu için yayımlanmaz. Peki sahiden “bayağı” bir hikâye midir bu Burun?
Hikâyenin ilk bölümü, berber İvan Yakovleviç’in bir sabah uyandığında, karısının pişirdiği ekmeğin içinde bir burun bulmasıyla başlar. Bu burun, her hafta iki kere tıraş ettiği 8. Dereceden memur Binbaşı Kovalev’in burnudur, İvan Yakovleviç görür görmez tanır. Peki bu burnun karısının pişirdiği ekmekte ne işi vardır? İvan Yakovleviç buna akıl sır erdiremez ama polisin burnu bulup kendisini suçlayacağı düşüncesiyle mantığı bir kenara bırakıp bu burundan hemen kurtulmak ister. Uzun denemeler sonucu, onu İsakiyev Köprüsü’nden atmayı başarır ama tam bu sırada bir bekçiye görülmekten kurtulamaz. Bekçi onun bir şeyler karıştırdığından şüphelenir ve gerçeği öğrenmek için İvan Yakovleviç üzerinde baskı kurmaya çalışır.
Hikâyenin ikinci bölümü, 8. Derecedenmemur Binbaşı Kovalev’in bir sabah uyandığında, burnunun yerinde yeller estiğini fark etmesiyle başlar. Dehşetle oradan oraya koşan Kovalev, kendini birçok kez bir rüyanın ya da bir yanılsamanın içinde sansa da sonunda, burnunun yerinde bir düzlük olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Sanki burnu kanıyormuş gibi yüzünü bir mendille örter ve emniyet müdürüne gidip derdini anlatmak üzere soluğu dışarıda alır. Bir evin önünde, 3. Dereceden yüksek bir memur kılığına bürünmüş burnunu görünce gözlerine inanamaz. Evet, bu gösterişi üniformanın altında kupa arabasından inen onun burnundan başkası değildir! Bir katedralin içinde burnunun yanına yaklaşıp onunla konuşma şansını yakalar, onun kendisinin burnu olduğunu söyler. Ama burun, sadece kendine ait olduğunu, Kovalev’in yanıldığını, ikisinin aynı bakanlıklarda bile çalışmadığını güzel güzel anlatır. Kovalev şaşkın ve çaresiz burnun çekip gitmesini izler. Devamında, emniyet müdürünü yerinde bulamayan Kovalev’in aklına gazeteye ilan vermek gelir çünkü Kovalev, burnun şehirden kaçabileceğini düşünmektedir. Kendisinin “büyük” insanlarla ahbap olduğunu ve bu halde onların karşısına çıkamayacağını söylese de gazeteye kayıp bir burun ilanı vermeyi başaramaz Kovalev. Çaresiz bir şekilde soluğu tekrar emniyet müdürünün yanında alır. Emniyet müdürünün onu soğuk karşılaması ve rütbesine varan hakaretler etmesi Kovalev’i çileden çıkarır ve sonunda tekrar eve dönmekten başka çaresi kalmaz. Eve döndükten biraz sonra bir bekçi gelir (bu bekçi, İsakiyev Köprüsü’nde İvan Yakovleviç’i gören ve ondan şüphelenen bekçidir) ve Kovalev’e burnunun bulunduğu haberini verir. Uzun yol arabasına binmiş bir başka şehre giderken kıskıvrak yakalanan burnun üstünden eski bir memur kimliği çıkmıştır. Bekçi, burnu Kovalev’e teslim eder ve bu olayın failinin berber İvan Yakovleviç olduğunu söylemeyi de ihmal etmez. Kovalev’in burnuna kavuşma mutluluğu pek uzun sürmez çünkü çağırdığı doktor, burnu tekrar takmanın belki mümkün olduğunu ama bunun mevcut durumundan bile kötü olacağını söyler. Kovalev yine mutsuz yine öfkelidir. Bu olayın, kendisini kızıyla evlendirmeye çalışan yüksek dereceli memur dulu Grigoryevna’nın başının altından çıktığı, onun kendisine büyü yaptığı düşüncesi Kovalev’i sarıp sarmalar. Öyle ki ona bir mektup bile yazar fakat yanıt mektubunu okuduğunda, Grigoryevna’nın bu işte parmağı olmadığına ikna olur. Bu sırada St. Petersburg sokaklarında Kovalev’in kayıp burnuyla ilgili türlü hikâyeler, efsaneler dönmeye başlar. Burnun bir sokakta ya da bir parkta görüldüğü haberi insanların oraya akın etmelerine sebep olur.
Hikayenin üçüncü ve son bölümü, Kovalev’in birsabah uyandığında burnunu yerinde bulmasıyla başlar. Sanki hiç gitmemiş gibi, burnu, kanlı canlı orada, iki yanağının arasındadır. Keyfi yerine gelmiştir binbaşının, tam bu sırada kapıda beliren berber İvan Yakovleviç’e her zamanki gibi ellerinin temiz olup olmadığını sorar daha sonra tıraş başlar. Berber İvan’ın, tıraşın bir bölümünde mecburen binbaşının burnundan tutması gerekmektedir ama Kovalev burnuna katiyyen dokundurtmaz. Tıraş sonrası, mutluluk ve coşkuyla kendisini sokağa atar binbaşı, herkesle selamlaşır, konuşur. Arada bir geçtiği dükkanların camlarından kendine bakar, burnunu yerinde gördükçe daha da keyiflenir.
Hikâye, başından beri varlığını hissettiren anlatıcının olayları mantık süzgecinden geçirmesi ve tüm olanları tuhaf ve anlaşılmaz bulmasıyla sona erer. Fakat anlatıcı, hikâyenin en sonunda şunu söylemekten kendini alıkoyamaz: “Kim nederse desin, dünyada bu türden şeyler oluyor, çok seyrek de olsa oluyor…”
Gogol’un bu absürd ama bir o kadar da düşündürücü hikâyesini ilk okuduğumda, diğer uzun hikâyelerinde olduğu gibi anlatılan konunun ardında başka meselelerin, başka mesajların olduğunu anlamıştım. Daha sonra aralıklı zamanlarla tekrar tekrar okudum Burun’u. Gogol’un böyle bir hikâyeyi yazmak için yazmış olamayacağını, kaldı ki Puşkin’in bu hikâyede bir ışık görmeden bunu yayımlamayacağını düşündüm. Burun hakkında yazılmış çeşitli yazıları okusam da sonunda kendime göre bir değerlendirme yaptım:
On dokuzuncu yüzyıl, gerek Rus gerekse dünya edebiyatı için gerçekçi, realist edebiyatın çığır aştığı bir yüzyıl olmuştu. Başta Dostoyevski olmak üzere, Rus klasiklerinin mimarları Tolstoy, Çehov, Turgenyev, Puşkin ve daha sayılabilecek onlarca isim bu yüzyılda, eserlerini realist akımın etkisinde vermişlerdi. Gogol’u bu listenin dışında tutmak, onun eserlerini iyi okuyamamakla, iyi anlayamamakla eş değerdir. O zaman, günümüzde hâlâ nesilden nesile aktarılan, hâlâ yeni baskıları yapılan Burun‘u realist akımın bir ürünü saymak pek de yanlış olmamalı. Peki, yüzeysel olarak baştan başa gerçeküstü olan bu hikâyeyi gerçekçi yapan şey veya şeyler nedir?
Hikâye, bir sabah uyandığında karısının daha yeni pişirdiği ekmeğin içinde burun bulan, kılıbık biri olarak tasvir edilmiş ve saçına sakalına, üstüne başına pek de özen göstermeyen bir berber olan İvan Yakovleviç ve bir sabah uyandığında burnunun yerinde olmadığını fark eden, fazlasıyla kibirli ve kendini beğendiği kadar parayı da seven 8. Dereceden memur binbaşı Kovalev üzerinden anlatılıyor. Anlatıcı, sanki berber İvan’ı, onun kahveye pek düşkün karısını, binbaşı Kovalev’i, emniyet müdürünü, bekçiyi çok iyi tanıyor, adeta bir hayalet gibi St. Petersburg sokaklarında oradan oraya dolaşıyor, çoğu zaman Tanzimat edebiyatçılarını anımsatan bir edayla araya gidip kişiler ve olaylar hakkında okuyucuyu bilgilendiriyor, kendi yorumlarını söylemekten kaçınmıyor. Bu hikâyeyi gerçekçi kılan şey ise hikâyenin kurgusu arasına serpiştirilmiş, on dokuzuncu yüzyıl Rus toplumuna ayna tutan gerçekler:
Ekmeğin evde, evin hanımı tarafından yapılmasından sofrada yenen soğan-ekmeğe, berber İvan’ın her Rus esnafı gibi içki düşkünü olmasından sokaklarda gezen bekçilere, askerlikten memurluğa geçmiş kimselerin kendilerini büyük bir adam olarak görmelerinden rütbelerin toplum yapısını ve devlet işleyişini ne denli etkilediğine… Hikâye boyunca akıp giden anlatımın arasında insana ve Rusya’ya dair gerçekler var. Kovalev’in ilan vermek için gazeteye gittiği sırada kulak misafiri olduğu bazı ilanlara bakıldığında, bu daha rahat görülüyor:
Ağzına içki koymayan bir arabacı iş arıyor, efendisi tarafından özgür bırakılan on dokuz yaşındaki bir kız çamaşır yıkama işinde deneyimi olduğunu belirterek iş arıyor (Rusya’da toprak köleliği resmi olarak 1861 yılında kaldırıldı), Londra’dan getirilmiş turp ve şalgam tohumları satılıyor…
Hatta gazetedeki memur, Kovalev’in ilanını yayınlayamama gerekçesini şöyle açıklıyor:
“Gazetenin adı lekelenebilir… Herkes çıkar burnunun kaçtığını yazmaya kalkarsa sonu nereye varır bunun? Zaten gazetelerin saçma sapan, yalan dolan şeylerle dolu olduğundan yakınıp duruyor herkes…”
Bana kalırsa bu, Gogol’un o dönem gazetelerine dair bir eleştirisi. “Saçma sapan” bir sürü şey gazetede yer alırken, kaçıp giden bir burnun ilanının yayınlanmaması, mizahi bir dille yapılmış, kendi içinde pek de absürd sayılamayacak bir eleştiri.
Hikâye kendi içinde akmaya devam ededursun, Gogol bu gidişatta kimi zaman Rus toplumunun sosyo-politik ve sosyo-kültürel durumu ve değer yargıları üzerine mesajlar vererek okuyucuyu düşündürüyor, çoğu zaman ise okuyucuyu kahkahalara boğan olay ve diyaloglara yer vererek hikâyenin konusuna uygun bir dengesizlik ve tutarsızlık yaratıyor. Gogol’un kurulmayacak diyaloglara hikâye içinde yer vermesi, gerçekleşmesi ihtimal dışı karşılaşmaları gerçek kılması, hikâyenin konusuna ve kurgusuna bakıldığında şaşılacak bir şey değil, aksine olması gereken, böylelikle hikâyenin kendi içinde bir bütünlük oluşturmasını sağlayan bir şey.
Emniyet müdürünün, Kovalev’i azarladığı sırada söylediği “kendi halinde, namuslu insanların burunlarının durduk yerde koparılmayacağı” sözü ve hemen sonrasında Kovalev’in Tanrı’ya “Tanrım! Bu büyük acıyı ne yaptım da hak ettim? Elsiz kolsuz kalaydım, bundan daha iyiydi. Ne kadar iğrenç bir şey olursa olsun, kulaksız kalmaya bile katlanabilirdim. Ama bu… insan burunsuz nasıl yaşayabilir? Burunsuz bir insan nedir? Kuş desen değil, insan desen değil…” şeklinde yakarması, Gogol’un burun üzerinden vermeye çalıştığı, burun veya herhangi bir insan uzvu meselesini aşan, daha derinlerde insanların içine yönelik bir eleştiri değil de nedir?
Binbaşının, yüksek dereceli memur dulu kadına yönelik yönelttiği “büyü” iddaaları, yine o dönem Rus toplumunda yaygın bir şekilde görülen büyücülüğe yönelik bir eleştiri değil de nedir?
Gogol, Ölü Canlar’da ve de diğer hikâye ve oyunlarında olduğu gibi, Burun’da da realist akımın çizgisinden şaşmıyor. Gerçeküstü bir olayı hikâyenin merkezine alarak, okuyuca on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sı ve Rus toplumu hakkında gerçek bilgiler veriyor, gerçekten söz ediyor.
Hem, bence de kim ne derse desin, dünyada bu türden şeyler oluyor, çok seyrek de olsa oluyor…
Görseller, fabilog.com, pinterest.com, entelaylak.com ve moviessilent.com adreslerinden alınmıştır.
İnceleme için, Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Bir Delinin Anı Defteri-Palto-Burun-Petersburg Öyküleri Ve Fayton” ismiyle ilk basımı 2003 tarihinde Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yapılan kitabının 2013 tarihli VIII. baskısı kullanılmıştır.