‘İşte ben o çizgi hiç geçilmeseydi nasıl olurdu diye düşünmeyi tercih ettim ve yazmaya başladım.’
Geçenlerde bir film izledim, hayatım değişti. Yok Orhan Pamuk gibi değil, daha farklı.
Filmin başlamasıyla bitmesi arasındaki bir buçuk saat bana bir ömür gibi geldi. Hatta bir ömürden de fazlası, kariyerini bu yolda çizmiş, hayatını bu yola adamış bilim insanlarını düşündüm. O bilim insanlarının düşüncelerinden etkilenen yazarlar, o yazarlardan etkilenen okuyucular ve dahasını… Bu yoldan kastım ise genetik mühendisliği. Hani bu ülkede çok bir karşılığı olmayan ama geleceğin gözde meslek branşı. Filmin izleyiciye sunduğu gerçeğin artılarını ve eksilerini masaya yatırdım. Düşündüm. Tarttım. Ekledim. Çıkardım. Karşıma çıkan şey doğruların çok ince bir çizgiden geçince yanlış olabilme özelliği oldu. O, kırmızı mı yeşil mi artık siz karar verin, çizgiyi geçince kendinizi tartışmaya açık bir konunun içinde elinizde yanlışlarla bulabiliyorsunuz. Hem de doğruluğuna inandığınız şeyler uğruna o çizgiyi geçmişken… Ben de hayatımı ve hayatımızı değiştiren hatta hali hazırda değiştirmekte olan bu filmi düşündüm. Bilim kurgunun kurgu kısmından ziyade bilimin ta kendisinden esinlenilip sinemada hayat bulmuş halini ben de kendi kelimelerimle karşınızda gördüğünüz bilgisayar ya da telefon ekranına yansıtmak istedim.
Türkçesi, İngilizcesi, Fransızcası ve daha birçok dildeki karşılığı iki kelimeye tekabül ediyor; tıpkı ad ve soyad gibi. Peki, bu benzerlik nerede ilgimi çekmeye başladı dersiniz?
Genetik mühendisleri 1950lerin başından beri İnsan Genom denilen bir projenin peşinde. Bu proje de insanın kalıtsal malzemesinin “genetic code” yani genetik şifresinin çözülmesi anlamına gelmektedir. Dört bazın farklı dizilimiyle DNA’nın oluşması insanın kalıtsal malzemesini belirliyor. Tıpkı kimlikte yazan ad, soyad, vatandaşlık numarasının insanı kağıt üzerinde var etmesi gibi… Anlayacağınız gen dediğimiz kavram baz dizilerinden, “kimlik” dediğimiz şey ise harflerin, kelimelerin diziliminden oluşuyor. Çok basite indim başka açıklaması yok muydu peki? Var elbet. Var da, olayın neresinden tuttuğunuza göre değişir. Bu vesileyle ben de zihnimin erişebildiği her köşeye inmeye çalıştım. Şimdi sizleri de o köşelere davet ediyorum.
Gattaca adlı bu film bize ne anlatıyor ve bunun Behlül’le ne ilgisi var Firdevs Hanım?
Gattaca, bahsettiğim İnsan Genom Projesini filmin temeli olarak alıyor. Projede asıl amaç insanların gen haritasını çıkarmak olduğundan film gen haritasıyla neler yapılabilir onu gösteriyor. Daha doğrusu “kurguluyor”.
Gen haritasının hastalıkların teşhis edilebilmesinde ve tedavisinde kullanılmayı hedeflenen İnsan Projesi için çıkarılması hedeflendi. Bir bakıma, insanda ortaya çıkan kalıtsal veya kalıtsal olmayan hastalıklı, zayıf ve değişime uğramış genleri onarmak için elinizde bulunan bir yol gösterici görevinde.
İşte bu sebepten yararlı ve çığır açıcı bir proje! Hastalık denen şeyin onarılması için insanın yapı taşı olan DNA’dan başlıyorlar. Öyle çocukken içtiğimiz portakal aromalı şuruplardan değil anlayacağınız.
Filmimiz bunu nasıl bağladı derseniz de buyurun şu koltuğa alayım sizi: kimlik yaratma. Sperm henüz yumurta ile döllenmeden, bebek anne rahmine düşmeden önce ne tür bir çocuk istediğinizi seçebildiğiniz bir zaman diliminden bahsediyorum. Yalnız öyle dümdüz kurgu değil bu. Bilimin sunduğu tepsiden tırtıklanan birkaç bilgi ve araştırmadan ortaya çıkan bir simülasyon.
Seçim, doğal yollarla yumurta ve sperme bırakılmıyor. Aile doktora gidiyor ve çocuğunda olmasını istediği genetik özellikleri söylüyor. Bu süreçte anne ev sahibi, baba da misafir görevi görüyor denebilir mi dersiniz? Tabldot yemek seçer gibi, tepside ne olsun istiyorlarsa onu söylüyorlar. Peki, ne için?
İşin doğrusu düzenlemelerle “genetik olarak mükemmel” hale getirilmiş bir toplum için memur yetiştiriyorlar. Ailesinin doğal yol seçiminden yana yüzü gülmemiş gerçek bebeklerse, büyüyüp toplumdan dışlanmaya ve öteki sayılmaya mahkum. Yarışın en başından kaybetti gözüyle bakılıyor henüz ağlamak dışında ne yapabildiğinin farkında olmayan minik insan.
Sağlıksız olmak hayata gelişinizden itibaren başarısızlık olarak nitelendiriliyor. Kafanızın çalışması, fikirlerinizin olması önemli değil. Bu, sistemde GEÇERSİZ damgasıyla yaşamak zorunda bırakılma durumu başlı başına. Ailenizin sizde bıraktığı tek miras ise mükemmel olmayan bir beden…
Olumsuz eklerden kurtulup bilimin amacına odaklanırsak da sağlıklı bir toplum yetiştirmenin eşsizliğine ulaşıyoruz. Doğuştan gelen hiçbir hastalığın olmadığı, insanların genetik açından çürütülemez olduğu bir toplum…
Peki, kulağa fazlasıyla hoş gelen bu hedef yerinde kalsaydı, insanlar doğruları yanlışlarla değiştirmeseydi, o ince çizginin ötesine geçilmeseydi nasıl olurdu?
İşte ben o çizgi hiç geçilmeseydi nasıl olurdu diye düşünmeyi tercih ettim ve yazmaya başladım.
Farklı, değişen, dönüşen, hatalı, kusurlu ve nev-i şahsına münhasır bireyler… Davranışsal ve biyolojik olarak birbirinden farklı bir yığın insan. Her biri kendini bu dünyada var etmek için çabalıyor. Tabii onların önünde birçok engel var, başaramamaları için. Engellerin bazıları genlerle miras kalmış, birçoğu ise kafalarında maalesef. Çünkü kusurlu olmak hep yanlış ve eksik olmak olarak öğretilmiş. Başarısızlığın kusurlu olmaktan kaynaklandığı anlatılmış senelerce kafalarına vurarak. Bazıları bu öğretilere inanmış, vazgeçmiş, kabul etmiş hatalı üretim olmanın onlardan götürdüklerini. İşte bazıları ise nev-i şahsına münhasır kelimesinin fazlasıyla hakkını vermiş ve farklılıklarına rağmen başarmışlar. Anlattıklarım genetik olarak hastalığı olan insanların başarı öyküsü değil. Anlatmaya çalıştığım şey, başarının başarısızlık olmadan var olamayacağı, kendini var edebilmenin de kusurlu olmadan ulaşılamayacağı.
İnsanları düzelttiğinizi sanabilirsiniz. Hastalıklarına tedavi olduğunuzu düşünebilirsiniz. Lakin bir hastalık veya kusur bireyden eksiltmez. Eksilttiğini varsayarken aslında eksiltmek bir sonraki adımda kavramsal olarak arttırmak ve eklemek ile karşılık bulur. Yani genetik bir hastalığa sahip bir birey eğer ki ona sahip olmasaydı, şimdi olduğu kişi değil, “sağlıklı” diye nitelendirdiğimiz bambaşka biri olacaktı. O hastalığın ondan neler götürdüğünü ve götürürken de gelecekte ona neler ekleyeceğini bilemeyiz. Şimdilerde adlarını sıklıkla andığımız birçok insan, içlerinde sanatçılar, politikacılar, eğitimciler, bilim insanları ve nicesi, belki de hiç var olamayacaklardı. Ve bizler adlarını dahi bilmiyor olacaktık. Acaba bizler düzelttiğimizi zannederken bozuyor muyuz?
Demem o ki, sağlıklı olmak herkesin hakkı. Mükemmel bir üretim olmaksa kimsenin. Farklılıkların engel olarak görülmediği engelin de kusur olarak görülmediği bir dünya dileğimle ve sürç-i lisan ettiysem affola…
Kaynakça:
- Barış Özcan- Dünyanın İlk Tasarlanmış Bebekleri Doğdu!
https://www.youtube.com/watch?v=qfzNQAgfsZA
- Beth Skwarecki, Haziran 2019, Genetik 101: Kromozomlar Ve Ikili Sarmaldan Klonlama Ve Dna Testlerine Genler Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey, Say Yayınları
- ve filmin kendisi :)
Anonim
“sağlıklı olmak herkesin hakkı”. Mesela sırf insanlar üzerinden daha fazla maddi edim edinebilmek adına ilaçları fahiş fiyatlarla piyasaya süren yahut bazı ilaçları piyasaya dahi sürmeyip özel müşterilerine pazarlayan ilaç lobileri de bu kategoride mi? Yazının genel karakterini popülist yahut politik doğrucu söylemlerle gölgelememek gerek. Naçizane bir tavsiye. Elinize sağlık.