Kahve lekeleri, kurumuş çiçekler… Evin içinde, bir yerlerden tanıdık gelen bir geçmiş kokusu… “Yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, tırnaklarıyla düzeltemiyor insan” demişti Didem Madak. Bu satırları okuduktan sonra kitaplarımın arasında çikolata kağıtları biriktirmeye başladım. Bazılarının üzerinde gecenin bir yarısı akla gelen dizeler… Ara sıra kitaplığımdan hiç okumadığım bir kitap çıkarıyorum. İçinden kurumuş, küçük kır çiçekleri dökülüyor ufalanarak. Kendimi ne kadar iyi tanıyorsam, o kitaba uzun süre dokunmayacağımı, çiçek kurutmak için iyi bir tercih olduğunu biliyormuşum.
Bazen, okuduğum kitaplardaki kahramanlar ile karşılaşıyorum. Saçının sağ kısmı beyazlaşmış bir çocuk; kızıl saçlı, gözleri çökmüş bir adam… Sandığımda ufak şeyler biriktiriyorum. Yükte hafif, pahada ağırlar. Onlarca sinema, müze bileti, arkalarında tarihler… Bazen hafızamın vitrinlerinde tozlanmaya bırakılmış anılara rastlıyorum. Hatırlamak istemediğimden mi yoksa durup bir şeyleri hatırlamak için çok meşgul olduğumdan mı bilemiyorum.
Küçük düğmelerle oyun oynardım küçükken anneannemin evinde. Düğmeler, diğer düğmeleri satın almak için karşısındaki düğme ile pazarlık yapardı. Şimdi elime her düğme aldığımda o odaya geri dönüyorum.10 yaşındayım ve önümdeki büyük, eski, beyaz torbanın içinde keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce düğme var. Ama benim favorim belli: Yaldızlı mavi düğme.
Bazı anlar büyülüdür. İnsan içindeyken bunu hissedemese bile, sonradan hatırladığında bunu net bir şekilde görür. Son zamanlarda bu anları, onları yaşarken yakalamaya çalışıyorum. Kahvaltı masasında kızarmış ekmek, böğürtlen ve lor peyniri var. Çayın dumanı üzerinde, maydanoz ve nane taze toplanmış çiçekler gibi bardağın içinde. Süzme yoğurt daha dün yapılmış. Veranda korkuluklarının üzerinde kaktüsler ve su kabakları var. Yağmur hızlandı, radyodan gelen Türk sanat müziği sesini bastırıyor. Türk sanat müziğine ilgim hiç olmadı. Ancak şu an anlıyorum o, yaşadığım bu anın gözardı edemeyeceğim bir parçası.
Annem Bulgar göçmeni. Düğünlerimizde Balkan dansları oynanır. O müzik, o ritim, hiç orada yaşamamış olmama rağmen beni Bulgaristan’a geri götürür. Her nasılsa Bulgaristan’ın kokusunu biliyorum. Teyzemlerin tozlu dolaplarını karıştırırken okurmuş gibi yaptığım Bulgarca kitapların kokusuyla aynı bu koku. Biraz da bayat gofret ve limon kolonyası ile karışık. Küçükken yazın neredeyse tamamını arkadaşımın evinde geçirirdim. Hayal gücümüzün yettiği bütün oyunları oynardık. Ailesi evlerini boyardı bazı zamanlar, o evin kokusunu da hatırlıyorum.
Sanki camın önündeki yoldan aynı araba bininci defa geçiyor. Seslerden ve akıp giden ışıklardan uyku tutmadı. Gece arabanın arka koltuğunda otururken, yağmurdan buğulanan camdan arabaların kırmızı arka ışıklarını izlemeyi ve silecek seslerine dalmayı özledim. O anların kendine has bir melankolisi var. “Evimizin önündeki ağaçların üzerine, yağmur yağınca bir sis çöküyor. Yağmur ormanları gibi. O anları çok seviyorum“ diye mesaj atmıştım birine. Anlamasını beklemedim. Cevap da vermedi zaten.
“Sonder” diye bir kelime varmış İngilizce’de. Yanından geçen her insanın en az seninki kadar karmaşık bir hayatı olduğunu fark ettiğin an. İnsan kendisini o kadar önemsiyor ki, çevresinin farkında olmaya pek vakti kalmıyor.
Babası oğluna çiçeklerin önünde bir fotoğraf çektirmeye çalışıyordu. Çocuk ısrarla reddediyordu. Çiçekler nedense bana kitaplarımın arasında unutulmuş kır çiçeklerini anımsattı. “Bu yaşın bir daha gelmeyecek, anı kalmış olur çektir bence” dedim. Kabul etti, babasıyla bir fotoğraflarını çektim. Mavi bir şapka takıyordu ve elinde kocaman bir kovası vardı. “İleride bu anı hatırladığında beni de hatırla olur mu?” Unutulmaktan çok korkuyorum.
Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde, çocuklar bir evin merdivenlerine oturmuş çene çalıyorlardı. Fotoğraflarını çektim. Çocuklardan biri kalktı “Fotoğraf beş lira abla” dedi. “Neden” diye sordum. “Çünkü gözlerim mavi” dedi.
Bir kadın önüme çay bardağını koyarken şöyle demişti: “Bazen bazı kokular durup dururken insanı geçmişe götürür, unuttuğunu sandığı anıları gün yüzüne çıkarır. Sen de belki yıllar sonra bu çayın kokusunu başka bir yerde duyduğunda bizi hatırlarsın.” O çayın kokusunu bir daha duyamadım. Ama gece treninde kitap okurken bana portakal ikram eden kadına da aynı şeyi söyledim: “Bazı anılar durup dururken tekrar ortaya çıkıyor. Ben de her portakal kokusu duyduğumda bu anı hatırlayacağım.” Yüzüme vurup deniz köpüğü gibi sönen ışıklar, ray sesleri, Madeline ve şeker portakalı… Kahve lekeleri ve kurumuş çiçekler… Evin içinde, bir yerlerden tanıdık gelen bir geçmiş kokusu… Kurumuş çiçekleri atmanın vakti gelmiş, kimseye bir hayırları yok. Hem şimdi bu kitap okunacak. Düğmeler torbaya geri giriyor. Yaldızlı mavi düğmemi bulamıyorum, ama çok güzeldi öyle hatırlıyorum. Sinema biletlerinin arkasındaki tarihler silinmiş. Burnumdaki o eski koku hafifleyip kaybolmuş ben fark etmeden. Yağmur hala evimizin önündeki ağaçların üzerine sisle geliyor. Artık o mesajı anlayacak insanlara atıyorum. İnsanın bazen sandığının kapağını kapatıp, şimdiye odaklanması gerekiyor. Şimdi fark ettim fırını kapatmayı unutmuşum. Havuçlu kekin yanık kokusu sarmış etrafı.